27 Aralık 2013 Cuma

Günlerin ertesi

İki küçük bilye.
Siyah değil, kahverengi de değil ama. Farklı bir renk. Dikkatli baktığında üç beş rengin karışımı gibi sanki. Dalga dalga.
Yuvarlaklığı şaşırtıcı yakından. Çok düzgün. Ve içinde dünya var o düzgün yuvarlakların.
İç içine geçmiş, evren gibi aynı zamanda da ucu bucağı yok sanki.
Önce bir dikdörtgen görülüyor içinde, sonra gölgeler.
Işık olsa da olmasa da parlaklar bir de. Çok parlaklar. Ya da bugünlerde öyle geliyor.
Gözler diyorum işte. Kesinlikle yakından izlenmeli bir süre.
Gerçeklikten koparabiliyor derinlere inmeye kalkarsan.
***
Çok bunalmıştı akşam üzeri. Yavaş yavaş çekilmişti ışıklar, loştu odası. İşi de yoktu. Kitapları yoktu çünkü. Geleceklerdi. Bekliyordu.
Kitaplarım olmadan bir hiçim, hiç olabilirim, diye düşündü. Boş hissediyordu, bomboş.
Kitaplığa göz gezdirdi bir müddet, çok küçüklüğüne ait bir serinin 2.kitabını buldu. Saman kağıdından sayfalar, küçükçe yazılar ve çocukluğuydu elinde tuttuğu.
'Güneşi Uyandıralım'
Rastgele bir sayfa açtı ve şöyle bir göz gezdirdi. Şu bulanık cümlelerdi okuduğu:



Hatırlamaya çalıştı bu vedayı. Aradan uzun zamanlar geçmişti, unutuyordu okunanları yavaş yavaş.
Belki de tekrardan okunmalı diye, düşündü. Tekrardan güneşi uyandırmak?
Nostaljik geldi. Evet evet, dedi.
Vakit varken daha, uyandırmalıyım
 tekrardan.



***
Sonra günün gri öğleden sonrasında izlediği filme gitti yine kafası. Etkilenmişti çünkü. Çok etkilenmişti. Öneren zaten demişti, etkileyici, diye. Bir hışımla izlemişti o da, vakit kaybetmemişti. Vakit kaybetmeyi sevmezdi. Bazı önerileri bahsi geçerken daha kazırdı beynine, uygun zamanını bulduğunda da öncelikli olarak yerine getirir, görev bilirdi kendine. Bu da öyle bir öneriydi işte. İzlemeliydi bir an önce, izledi, rahatladı.
Hayran oldu. Öneriye, önerene, oyunculara, kurguya, hikayeye, mesaja, filme. Her şeye hayran olmuştu işte. Tarihin nasıl da tekerrür ettiğini, din savaşlarını, insan kafalarını, felsefeyi ne güzel anlatmıştı film. Ve ne güzel de uyarlanıyordu günümüze. Ama acıtıyordu bir şeyler izlerken. İnsan ırkında yüzyıllar boyu çok da ilerleme olmamıştı. Hamur olduğu gibi kalmıştı. Pisliği aynı pislikti hala. Kafaların takıldığı yerler, noktalar aynıydı.
Tanrı kadını hiç mi sevmemişti bunca zaman? Tarih boyunca böyle mi olmuştu?
Cinsiyetçilik kavramı hep böylesine saplanıp kalmıştı bataklığına, bazı kafalara.
Belki de tanrının derdi değil, umrunda bile değildi kadınlar. 
Velhasıl kelam tarih seven, felsefe seven herkesin sevebileceği bir filmdi. Tek tanrılı dinler, paganlar, erkek egemen toplum yapıları, çatışmaları ve bunlar arasında kalan filozof kadın Hypatia. Gerçek bir kadın olan Hypatia. Taşlanarak öldürülen, parça parça etleri sürüklenen, kemiklerinden deniz kabuklarıyla etlerinin sıyrıldığı Hypatia.
Bir 'vurun kahpeye' vak'ası olmuş Hypatia.
...

Ve her şey bir yana, bir döngü varsa dünyada, değişmeyen bir şeyler sonsuza kadar devam edecekse öylece, benimki şöyle olmalı, diye düşündü:
Hep filmler izlenilsin, beğenilsin önerilsin; izlenilsin, hayran kalınsın. Hem önerene, hem filmlere.
Sonsuza dek.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder