30 Ekim 2013 Çarşamba

Ayar

Önce sessizlik doldurdu odasına kız. Çok sessizlik. Severdi öylesini.
Sonra bir adam sesi bulmak istedi, bu gecenin sesi olacaktı o. Çok düşündü yorulmuş kafasıyla, düşünmek istemiyordu da artık. Sadece gecesinin fonunda mırıldanan bir adam sesi lazımdı. 
Ses lazımdı.
Çok lazımdı. 

Birden buldu sonra,
Evet bu ses olmalı, dedi. Dinledi sessizliğin içinde. Huzurunu buldu. 
Günlük huzurunu bu şekilde buluyordu kız. Sessizliğin içindeki o adam seslerinde.
Düşündü sonra kız. 
Ben iflah olmam, diye düşündü.
Gerçekten de iflah olmazdı artık. Bir yaştan sonra iflah olunmaz.
Olsun, dedi. Ne gerek var zaten.
Düşündü gereklilikleri sonra.
Bu kadar düşünme, dese de annesi düşünüyordu işte gün boyu, günler boyu.
Düşünmezsem sonum olur asıl, diyordu kız. Annesi ise çok düşünürse hasta olacağını söylüyordu.
Değişikti, çok değişik.
Düşünmekten hasta olmak?
Sonra evet evet, dedi kız. Tanıyorum ben birini. Durumu abartılı ama, düşünmekten hasta olmuş bir adam var, dedi.
Ama o kadar da değildi,
Daha ruhu üşütmemişti kız. 
Henüz değildi.

Hem çalışan demir paslanmazdı hani? dedi kız. Beyin çalışıyorsa o üşümekler neden?
Yine yol işin ayar kısmına çıkıyordu.
Ne ayarmış arkadaş, dedi kız. Tutturamıyoruz ki ayarını bir şeylerin.

Hayatın ayarını bilemiyoruz ki.
Bilmek gerek.

Başkalaşma

Kelimelere takılırdım bir ara, hem de çok. Derdimdi kelimeler, bazı zamanlarda dermanım.
Uzun süre kelimeler dedim. Kelimeler, kelimeler, kelimeler...
Belki de seneler sürdü kelimelere karşı pişmanlığım, can sıktı. Epey.
Sonra her şey aniden başkalaştı. 
Kelimeler dert değildi artık bana, hiç değildi hem de. Çoğu zaman umrum bile değildi hatta.

Cümlelere bakmaya başladım sonra da. Öyle çok uzun cümleler de değil, kısa ama anlamlı olanlarına, içinde dünya barındıranlarına kafa yormaya başladım.
Güzellerdi, sevdim onları. Lakin sürmedi kelimeler kadar etkisi, çabuk geçti. Çünkü artık cümle değil cümleler istedim, çok olsunlar, uzasınlar, içinde evren barındırsınlar istedim.
Derinliğinde bir süre bocalamak istedim, çıkmaya çabalamak.
Biraz delice oldu bu. Ama öncekiler de çok akıllıca değildi zaten.
Sonra baktım ki cümlelerin sonu yok, asla olmayacak.  
Ama özelliği var, sadece benim sezebildiğim özellikleri.
Ve cümlelerim var, benim olan, bana ait cümleler.
Kafamda dönüp durur hatta bazıları, bazılarını derinleştirir bazılarına anlam yüklerim kendimce.
Durmaz cümlelerim.
Durmasınlar isterim.

Azad ederim sonra ben bazılarını. Artık hakları, derim.
Ama bazıları var ki azad olmak istemez. İsteyemez.
Onları hapsederim bir yerlere. Bir çekmeceye mesela, koyarım hepsini, kitlerim sonra ve atarım denize anahtarını. Ya da yutarım.
O cümlelerin kaderidir bu... Üzülürüm.

Ve kızarım ben sonra.
Ne hakkın var cümlelere bunu yapmaya, diye.
Lakin, anlamsız.
Zamanını beklerim. Bilmediğim bir zamanı. Asla da bilmeyeceğim bir zamanı.
Ve olur da , diye düşünürüm.
Olur da,
Olursa.


28 Ekim 2013 Pazartesi

Ne mi?
-Çok bir şey değil,
Sabahlar istiyorum ben de,
Asi ve mavi, olan.
Masmavi olan sabahlar... öğlenler... akşamlar...
Ve fonda da bu çalsın, hiç durmasın istiyorum.

Basit işte, bu kadar basit şeyler,
Bu kadar da sakin.
İstediklerim.



26 Ekim 2013 Cumartesi

İhtiyara ithafen...

Bir ihtiyar var. Gözümün önünde. En yakınımda. Hep en yakınımda olan bir ihtiyar.
Senelerimi geçirmeme, onla büyümeme rağmen hiç anlayamadığım bir ihtiyar.Ve bunun yanı sıra çok şey de borçlu olduğum bir ihtiyar.
Çocukluğumu düşününce aklımda beliren en net anıların sahibi bir ihtiyar. 
Yalnız bir ihtiyar, artık çok yalnız kalan bir ihtiyar.

Benim ihtiyarım da huysuz biraz diğer ihtiyarlar gibi. Aslıda hep öyleydi, biraz. Hep kızgındı. Bir şeylere. Hiç bilemedim nelere böyle kızdığını. Ama sonra anladım ki birşey yoktu kızdığı. Kızgındı sadece, kızgın. Nedensiz hallerden işte. Nasıl suskunsa bazıları ve bazıları da nasıl çenebazsa ölesiye, o da öyle kızgındı.

Lakin durulmuştu, bir kaç senedir öyleydi. Daha sakin, daha fazla düşünen ve ağlayan daha fazla. İhtiyarlık dedim adına. Böyle birşey sanırım, dedim. Senelerce içindeki kaynayan o ateş kor halini almış, sönmek üzereydi. Yine kızgın oluyordu bazı zamanlarda ama devamında akıtıyordu suyunu, söndürüyordu ateşini.

Kızlarını, oğlunu büyütmüştü ihtiyar. En büyük torunundan en küçüğüne o büyütmüştü. Vermişti hepsine belli sırlar, hepsi bir şeyler kapmıştı ihtiyardan.
Ve ihtiyar farkındaydı, zamanın. O his artık çok yoğundu, fazla yoğun. Düşünmek yoruyordu belki de ihtiyarı bu kadar.
Geçen 60 küsur sene vardı önünde, muhakemesi zor oluyordu heralde.
'Değişti dünya' diyordu, iç çekiyordu. Onun dünyasındaki değişimi düşünmek bile can sıkıcıydı. Anlıyordu dinleyenler.
' Kalmıyor zaman' demişti mesela 'Geçiyor', 'Farkına varmıyorsunuz, kalmayacak size de' demişti. Biliyordum bunu, söyledi diye düşündüm bir daha.
Onu düşündüm, bildiğim kadarıyla hayatını, yaptıklarını, yapmadıklarını, yapmak zorunda olduklarını düşündüm. Acı oldu biraz. Üzüldüm.
Belki de istemediği bir ömür müydü? diye düşündüm. Öyle mi geçti?
Öyleyse gerçekten cehennem olmalı, dedim. Tüm o kızgınlıklar bu yüzdendi belki dedim.
Yalnızlığından, çevresinde bir çok insan olmasına rağmen yalnız oluşundan...

Sonra hiç düşünmek istemediğim bazı şeyleri düşündüm. Saçmalama, dedim. Ne kadar geç olursa o kadar iyi. Bakma sen onun durgunluğuna, dedim. Hep ihtiyarlıktan.
Ne çabuk ihtiyarlaşmışlardı ve ben ne çabuk böylesine büyümüştüm. Düşünmek istemedim bunu. Fena sıkıcı geldi. Bu döngü, mecburi döngü can sıkıcıydı.

Ve sonra gitmiş bir ihtiyar geldi aklıma. Hayatımdaki en iyilerden bir adam. 
Belki de daha iyisini tanıyamam, diye düşündüm. Belki.

Yanı başımdaki ihtiyar da dalıp dalıp gidiyordu bu sıralar. Fazla dalıyordu gidiyordu derinlere.
Konuşmalarım pek de anlam ifade etmiyordu artık. O da değişmişti işte, dediği diğer değişenler gibi.
Zaman, dedim ben de onun gibi. 
Geçiyor, gidiyor ve çok değişiyor, 
Değiştiriyor.


Bu da benim kafam

'Yazdım, yazmasam ağlayacaktım' kafalarından yine. Aslında bazen olur öyle. Dert değil.

Birkaç gündür biriktirdiklerin zaman kollamaktadır,
Yazarsın, hiç fırsat vermezsin, çünkü bilirsin ki fırsat verirsen devamı gelir.
Hep gelmiştir.
Ve işte bir dizi başlangıcında fırsatını bulur dökülmek isteyip de dökülemeyenler.
Rahatlar, özgürlüğüne kavuşmuşlardır artık.
İyi, dersin. Dökül bakalım, dök içini.

Üzülürsün sonra, ama çok üzülürsün, lafta bir üzüntü değildir. Derindir, çok derin.
Dizide izlediğin bir kesittir şu anına neden olan. Ve derininde bağdaştırdıkların, kurduğun bağdır. 
Vedalaşma vakti gelmiştir. Aslında vedalaşmadığın için huzurda olduğunu anlarsın, ama vakti gelmiştir işte. 
Huzursuzluğun vaktidir bazı vakitler.

Vedalaşmalar işkencedir bünyene, nefret edersin. Acıdır, tarif edemezsin, anlatamazsın.
Bir dizinin kahramanlarıyla vedalaşmak bile öyledir bazen.
Geride bırakıyorsundur çünkü, 
O dizi kahramanlarıyla birlikte kurduklarını, yaşadıklarını, anılarını, geçmişini geride bırakıyorsundur. 
Acıdır işte geride kalanları geride bırakmak, 
Biraz acı.
Vedasıyla hatırlattıkları vardır çünkü, daha da acı gelir öylesi.
O karakterlerle ilk tanıştığın gün gelir aklına, nasıl güldüğün, gülerek unuttukların gelir hatırına. 
En zor zamanları atlatmışsındır onlar sayesinde, minnet borçlu hissedersin.
Vedalaşmak istemezsin, vedalaşmalar çoğalmasın istersin.
Ama zamanıdır...

Ve veda edersin işte, elveda dersin.
Yarım kalan işi bitirirsin.




25 Ekim 2013 Cuma

Ben böyle değildim, iyi halt ettim

Ben korku filmlerinden çok etkilenirim mesela,
Dramatik ağlatmalı filmlerden de,
Kavuşulmayanlı aşk filmlerinden de etkilenirim,
Yolda gördüğüm dilenciden, peçete satmaya çalışan çocuktan, ağlayan çocukları görmekten, yalnız ihtiyarları tanımaktan,
Duyduğum şarkının sözlerinden, anısı olan tınılardan,
Vahşi doğa belgesellerinden,
Güzel gülen insanlardan,
Akıcı konuşanlardan,
Akıllı iki ayaklılardan, 
Bazı ses tonlarından,
Bir çift dinleyen gözden, etkilenirim.
Hatta abartırım dozunu, abartmayı severim. 

Ama...
Ama sonrası iyilik, güzellik olmaz bu sefer.

Sonrası rüyalar, hayaller, düşünceler yumağı. Beklemeler. Ve günler, haftalar belki de aylar.
Geçip giden zaman olur sonrası.
Bitecek olan bir sonbahar.
2013'ün son demleridir,
Sonrası.

24 Ekim 2013 Perşembe

Gün mü aydın?

Kız uyandı. Bugün de kendine verdiği sözü tutamamıştı. Zaten hiç tutamazdı o sözleri. Bu hayatta en çok  kendini dinlemezdi belki de. 
Kızdı biraz kendine sabah mahmurluğu ile,
Sonra hatırladı, aslında uyuyamamıştı ki.
Belki sabah 5'e doğru uykuya dalmış, 7'de tekrar uyanmıştı. Sadece yataktan çıkmamıştı, o ayrı. Çıksaydım iyiydi, diye düşündü sonra. Ancak çok geçti.
Kafası bugün sabah da beş yüz kiloydu, ayılmak yaklaşık bir saatini aldı.
Çayını koydu ilk iş olarak, bekledi, demlenmesini.
Kafasında dönüp duran o cümleyi düşündü sabahın öğle olmasını beklerken.
'Umut işkenceyi uzatır.'
Kafasında, belki kısa uykusunda, uyandığında dönüp duran tek cümleydi.
Milyonlarca kez tekrar etmişti kendini cümle, 
Arada 'off' diyerek rahatlamaya çalışıyordu kız, işe yaramıyordu.
Temiz hava iyi gelmiyordu,
Çay belki iyi gelebilirdi, ama 'belki',
Bugün o bile kar etmeyebilirdi kafasında dönüp duran o şeylere.
Bravo! dedi sonra kız kendine, 'hakikaten koccaman bir bravo sana!'

Başlamıştı artık. Bir süre devam edecekti, belki de hep olacaktı bu sefer?
Bilmiyordu kız.
İçindeki rahatsızlık duygusundan zevk almaya bakacaktı, hatta alıyordu şimdiden.
Duyduğu rahatsızlık kısmı umut etmenin işkence kısımı, zevk ve hoşluk duygusu da umut etmenin ta kendisiydi. Dengeliyorlardı sanırım kendilerini.

İşkencem uzasın, diye düşündü kız. Acımazdı kendine.
Ya da uzamasın istiyordu bu sefer de, hem de çok istiyordu. 
Bir kerelik zor olmasın, diyordu. 
Bu seferlik.

23 Ekim 2013 Çarşamba

Bazen

Bazen anlıyorum,
Bazen de anlamıyorum. Hem de hiç.
Anlamlandıramıyorum.
Çok zorlanıyorum biraz da olsa anlarım belki diye çabalamalarımdan,
Ama yok, anlamıyorum.

Mesela 'neden?' diye soruyorum. Genelde sorduğum gibi. Lakin cevap alamıyorum.
Cevap vermiyorlar.
Sessiz soruyorum belki diye düşünüyorum sonra. Evet evet, bağırmalıyım belki de.
Sonra onu da yapamayacağım aklıma geliyor.

Seneler öncesine gidiyorum, nasıl da sabırlıymışım vay be, diyorum. Ve yadırgıyorum o zamanki hallerimi. İyiki geçmiş, diyorum sonra.
Ve ben değişmişim, diyorum. Görüyorum çünkü değiştiğimi. Gösteriyorlar.
Biraz sabır sınıyor olan biten diye düşünüyorum. 
Sınamasınlar istiyorum.
Kaldıkları yerde kalsınlar. 
Gelmesinler.
'Sen gelme ulan ayı' desem diyorum?
Ayıp, kendime yakıştırmıyorum.

Duruyorum sonra,
Aman, diyorum çok içten. Ben asıl yarını anlamak istiyorum.
Bugün geçti nasılsa.
Yarını anlarsan kar kalır sana.

22 Ekim 2013 Salı

Ey ahali!

Sevgili insanlar,
Gençler, gencecikler, yetişkinler, yaşlılar hatta bazı çoluk çocuklar.
Neden mutsuzlar? diye sordu kız. Neden?
Sinir oluyordu, aslında çok mutlu olması gereken ama mutsuz olanlara.
Salak mısınız? diye sormak istiyordu, sormuyordu. Ona neydi. Mutsuzluktan ölsünlerdi.
Ama naif bir insancıktı kız, düşünüyordu o mutsuzların dertlerini. Karşılaştırmıyordu, ölçmüyordu dertleri. Sadece mutlu olsunlar istiyordu. Çünkü mutlu olmalılardı.
Kendisi için çok da mutlu olunacak durumlar yoktu, belki sayılıydı. Olması gerektiği zaman zaten oluyordu, ama anlamsız mutluluklardan da hep kaçınırdı.
Lakin gördükleri ve bildikleriyle o mutsuzlara kızıyordu, kendince söyleniyordu.
Acaba görmediğim dertler mi var? diyordu, belki de vardı. 
Ondandı tüm mutsuzlukları insanların. Olabilirdi. 
Belki de mizaçları öyleydi, garipti. Çok hasta olurlar ileride, diye düşündü. Yazık.

Sonra geçti kızgınlığı. 
İyiki, dedi,
Ne mutluyum ne de mutsuz.
Bazen mutlu bazen de mutsuz.

20 Ekim 2013 Pazar

Kafa

Bu aralar içinde olaylar olaylar.
Öyle bir ağrı basıncı var ki bünyeye, kafa buluyorsun bir süre sonra. Ağrıyla uyuşturuyorsun beynini. Müptela ediyor zamanla, unutuyorsun ağrısını.
Sinirleniyor gibi oluyor bir ara, şiddetini arttırıyor. Zonklatıyor derinlerden.
Sövdürüyor pis pis. 
Ortalama 50 kilo olan bünyenin 40 kilosunu kafanda hissediyorsun zaman zaman da.
Çok küçüklük yıllarından beri çektiğin illet bırakmıyor peşini yetişkinlik yaşlarının başlarında da. Çok sevmişse demek beni, diye düşünüyorsun.
Başını döndürüyor ama yatırmıyor öyle diğerleri gibi. Ayakta sersem sersem gezdiriyor.
Direniyorsun.
Her zamanki gibi.
Sen de,
Hoşgeldin, diyorsun.
Biraz acıklı oluyor.
Olsun.

18 Ekim 2013 Cuma

Şehrin havası;

Bazen dert giderir, solursun derinlerine, izlersin kızıllığını iyileşirsin,
Bazen de doldurur imbatını içine, tıkar boğazını ve burnunu.
Yaramaz bir çocuk gibidir şehrin havası,
Dün keyiflendirirken günü gelir hüzünlendirir. 
Ah ettirir, of çektirir. Vay be dedirtir.
İçindeki ılıklığı hele hiç değişmez, tarifsizdir. Serin hallerinden donsa da parmakların ılıklığını bilirsin, aslında dondurmak değildir amacı. Zaten onu da çok yapmaz, kıyamaz.
O yüzden daha çok seversin, kıymetlendirirsin nazarında.

Ama bugün ah, ah dedirtti bana. Hani bir annenin kızdığı evladına ettiği ah'lardan.
Gösterdi güzel yüzünü, canımı acıttı sonrasında. Hem de hiç fark ettirmeden, usulca.
Hatrı vardı bende, çok yıl hatırdı üstelik. Olsun, dedim.
Seviyorum seni, olsun.
İmbatın da benim olsun, onun getirdikleri de.
Canın sağolsun.

14 Ekim 2013 Pazartesi

Kalan

'Geriye nem kalır' diye sızlananlara ;mesela adımız kalıyor, beyaz mermer taşlar üzerinde.
Kimilerinde büyük, kimilerinde küçük, afilli kimileri.
Toprağımız kalıyor bir de,
Topraklar, bazılarında daha bakımlı, bazıları kurumuş ve çatlamış.
Bazı topraklar üzerinde dikenler bitiyor mesela, rahatsız ediyor gelenleri. Yoluyorlar üzer alttakini diye, biraz olsun rahatlatıyorlar vicdanlarını.
Acınası.
Sonra herkes içinden sohbete başlıyor alttakilerle, kimi sesli de yapıyor. Samimi geliyor insana çoğu sohbetten.

Huzur bulunan bir yer o beyaz mermer taşların diyarı. Bulmak isteyen buluyor ya da huzurunu. Kimilerine azap belki. 

İşte izlediysen beyaz taşlarla sohbet edenleri, sen de ettiysen biraz, hepsiyle azar azar dertleştiysen, soluduysan o yerin sakinliğini,
Çevrende olup biten her şeyden biraz daha uzaklaşasın gelir. 
Anlamsızlaşır, anlamsızlaştırırsın dünyanı.
Günün daha akşam olmaya meyleden vaktinden kalanı bitirmek için can atarsın sadece, gerisi hikaye gelir.
Takıyorsan bir şeyi kafaya gerisi zaten hep hikayedir, öyle olmuştur.


Ben sıkıldım mı;

''Bak insanlar geçiyor, Ben sıkıldım mı insanlara bakarım, Hiçbir şeyim kalmaz, Hiçbir şeyimiz kalmıyor.''

Demiş.
Bunu ben de yaparım genelde. İyi geliyor gerçekten de. Mesela gece vaktiyse ve biraz da serin bir balkonda rahat bir köşen varsa, otur bak insanlara. Kur hikayelerini kafanda.
Yürümelerinden ya da koşturmalarından veyahut fısıltılarından uydur yaşantılarını.
İyi gelir. Bazılarına çok iyi gelir hatta.
Bakarken de Hüsnü Arkan dinle mesela. Onun sesi bazen her derde deva.


Gece sessizliği ortasındaki minik hareketler, usulca dinlenilen adamın sesi ve kafanın içindeki o her şey, çok şey.
Belki de en çok onun içindekileri dinlemek rahatlatır? Ya da sadece gece'dir dermanın?
Denemekte fayda var. Her zaman bir fayda olmuştur. Dene işte, ne varsa kulağına iyi gelen, dene.
Sıkılma. Sıkma.
Zira vakit yok. 
Kalmıyor her geçen dakika. Kalmayacak sonunda.

Ve sonra ise,
Güneş doğacak, uyanacağız belki de bu sıkıcı uykudan?
Sıkıcı sandığımızdan?

Tüm bunlardan mütevellit, sıkılma insanoğlu, diyor gibi evren. Sıkılacak sonsuz zamanın var belki de, diyerek korkutuyor.

Korkuyorum.
Ve sıkıntım geçiyor.

Bazı korkular sıkıntı geçirirmiş, öğreniyorum. Hafızaya atıyorum. Beklemeye alıyorum.
İlerde lazım olursa kullanırım, diyorum.

Sonra düşünüyorum,

Ben korktum mu;
...

13 Ekim 2013 Pazar

İsyan mı? Haşa.

Ama, yok efenim.
Kabul etmiyorum. Edemiyorum. 
Yazmak mutsuzluktan falan değildir. Benzeri bir çok şeyden ötürü olabilir ancak benim onlara verdiğim isim 'mutsuzluk' değil. 

İlkokul yıllarında günlüklerle, kompozisyon konularıyla, şiir yarışmalarıyla başlayan yazma serüveni asla mutsuzluktan değildi. Hiç öyle olmadı.
O yıllarda resim de yaptım mesela ben, hem de çok yaptım ama aynı zamanda yazdım da.
Hep yazdım, çok yazdım. 
Bazı büyüklerim o yıllarda yazardı, şimdilerde ise daha çok resim yapmak istiyorlar, resim yapıyorlar.
Mutsuzlar mıydı zamanında? Şimdi mi çok mutlular?
Belirsiz mi?
Şair amcanın dediği gibi mi? yoksa diye düşüncelerle dolmaya başladı işte kafam.
Mutsuz insan mı yazardı? Resim yapmakta mıydı mutluluk?
Ama hayır efenim, öyle değil işte. En azından benim için asla öyle olmayacak gibi.
Çünkü çok geçmişte, ilkokul yıllarında bıraktım resim yapma yetimi. Şimdilerde kitap, defter kıyılarına çiziklerim var sadece, hepsi anlamsız ve sıkıntıdan yapılan.
Ya mutluluğum? İlkokul yıllarımda kalmadı tabiki.
Ya yazmalarım? Onu asla bırakmadım ben. 
Çok mutlu olduğum zamanlarda da, mutsuzluktan kahrolduğum zamanlarda da yazdım. Kanıtlarım ellerimde.

İşte şair amca; sen şöyle demişsin amma:

“Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazmaz.
bu yeryüzünü olduğu gibi görmeme engel olan
ve bana bu yeryüzünü cehennem eden
bu yazmak eyleminden kurtulduğum,
mutlu olduğum bir tek şey var: resim yapmak.”


Aslında böyle değil gibi. Gerçekten.
Üzgünüm ben.
Yine de bir tanesin şair amca, güzel demişsin sen. Çoğu kişi için böyledir belki de.
Ben istisnayımdır. Kaideyi bozmam.
Kaideleri bozmayı sevmem de zaten. Kalsınlar öyle.
Ben de yazan ama mutsuz olmayanlardan olayım sadece. Öyle kalayım.
Mutsuz olmayan, biraz sıkıntılı takılan.
He?

11 Ekim 2013 Cuma

Ve mesele;

Alışmak'taydı.
Ya da alışamamakta.
20.yy'ın peygamberi olarak nitelendirilen bir filozof adam böyle demeye çalışıyordu. 
Çalışmıştı zamanında. 

Seneler öncesine gitti  kız yakaladığı minik ayrıntılar sonrasında. Tozlu sıralara, tenefüs aralarına, kendini tüm gayretiyle aradığı ve bulduğu o zamanlara. 
Yabancıydı her şeye o zamanlarda. Herkes gibi, her şey gibi yabancı.
Yardımcı oldular sonra, minnet duydu onlara. Unutmadı.
Sadece kitap isimleriydi söylenenler, bazı adamların kitaplarıydı. Ya felsefe hocasıydı ''oku'' diyen, ya da çok da samimi olmadığı birileri. 
Ama okudu kız, kimisini sıkıla sıkıla, 
Kimisini de kendisini bularak okudu. 
Yabancılıktan kurtuldu mu? Belki, dedi.

Ve aradan seneler geçtikten sonra kız anladı ki, geçmiyormuş o yabancılık hissi.
Geçmezmiş.
Ya da dönemsel geçişler gerçekleşirmiş. 
Alışırmış, alışılırmış olan bitene.
Alışkanlık, denirmiş.
Üzüldüğümüz, sevindiğimiz, hissettiğimiz o çoğu güzel ya da lanet şey,
Aslında saçma alışkanlıklardan ibaretmiş, ya da alışamadıklarımızdan.

Tüm bunları düşünürken aklına bir film geldi kızın, yazgı'ydı adı,
Belki bir daha izlemeliyim, diye düşündü. Tekrarları severdi. Hem baya da zaman geçmişti.
İzlenirdi.
Yapardı bir kez daha muhakemesini. Severdi  öyle şeyleri.





10 Ekim 2013 Perşembe

Saçma'lık.

Bir tek bana mı fazla geliyor bu kadar saçmalık? diye yazmaya başladı kız. Çok fazla saçmalık vardı ve öylesine gözüne batıyordu ki  kızın, düşünmeden, içten içe söylenmeden hatta yüksek sesli de söylenmeden duramıyor, yazarak atmalıyım belki de bu konudaki sinirimi, diye düşünüyordu.
Tüm saçmalıkları görmemesi için öncelikle 'görmemesi' gerekiyordu. Bu kısım sıkıntılıydı. Görüp takmasam en güzeli, derdi bazen. Ama anlık değişimler yaşayan kafası bu hususta da sorun çıkarırdı. Bir kaç gün takmaz, aldırmaz sonraki günlerde patlatırdı biriktirdiklerini. 
Sonra düşündü aklına gelen o sözü: ' Saçmalık; insanın dünya ile ilişkilerinden başka bir şey değildir.' 
Hak veriyordu kız, çok düşünüyordu bunu. Dünyanın saçmalığını ve insanlığın bu saçmalıklarla nasıl özdeşleştiğini görüyordu. Yorum getiremiyor, içindeki sohbete devam ediyordu genelde.
Ve farkına varıyordu, kendi de bunu düşünüp durarak büyük bir saçmalığın içinde buluyordu benliğini.
Saçmalık, diyordu. Saçmalamamaya karar veriyordu. 
Bir süreliğine.
Zira saat geç olmuştu. Zaten rüyasında da yeteri kadar saçmalık onu bekliyordu.
Keyfi kaçtı kızın iyice.
Neyse, dedi.
Belki de bugün çok saçma bir günümdeyimdir, rahatlaması yaşamak istedi. Belki de yaşadı. 
Bilinmez.


Sevgili Monna;

'' Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna;
Saat on ikidir, söndü lambalar.
Uyu da turnalar gelsin rüyana,
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;
Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna. ''

Demiş şair adam Monna'ya. Güzel hatırlatmalar yapmış, uyarı niteliğinde ya da laf olsun diye. 
Ama şair adam haklı sanki Monna. 
Zaman çok çabuk geçiyor. Farkına vardığın zamanlar oluyor, acıyor bir yerlerin. Hem de öyle aniden hissettiriyor ki, afallatıyor bünyeyi.
Lanetler ediyorsun, hem zamana hem de bu denli akıp gitmesine.
O yüzden Monna, bakma öyle tuhaf tuhaf göğe, işe yaramıyor gerçekten de. Bakarken ne düşünüyor ya da hissediyorsan faydasız.
Geçiyor gidiyor her şey.
Geçip gidermiş her şey. 
Geriye unutkan ve unutmuş bir kafa kalıyor. İşe yaramaz bir kafa.
Tüm bunlardan ötürü, belki de sadece göğe bak gitsin Monna.


9 Ekim 2013 Çarşamba

Mümkün müdür?

-Belki.
Netliğini git gide kaybeden bir insan ortalama cevaplar verir ya da ortalama cevaplar bulur kendisine.
İnsan bazen sormalı mümkünatı olan ya da olmayan soruları, sonra onları cevaplamalı kendi kendine.
Belki de 'belki' cevabını kullanmamalı, net olmalı kendine de.
Ama olamaz. Ben hiç olamadım mesela. 
Olanlar da vardır muhakkak, onlar ki ne muhteşem insanlardır. 

Bazen de insan soru sormayı bırakmalı, bırakabilmeli. 
Bir müddet olsun, uzaklaşabilmeli onlardan.
Gözlerini kapatıp hayal kurmalı.
Kulağına bir şarkı çalmalı aynı zamanda da.
Huzur bulduğu ya da bulmak istediği o yere gitmeli.
Mümkün kılmalı o yerde her şeyi.
İyi gelir belki. 
Gelmeli.


8 Ekim 2013 Salı

Şehre bir film gelir arada, izleyemezsin belki. Şanssızsındır çünkü baya. Bazı konularda hep şanssız olmuşsundur.
Telafi edersin, beklentini karşılayamasa bile günü de seversin ama bugünkü film izleme arzun son bulmaz yine de.
İşte bana tam da öyle oldu bugün.
Dilediğim filmi izleyemedim belki ama başka bir film bulmalıyım, dedim.
İtalyan yapımı olsun istedim.
Yönetmenim vardı bir adet, henüz izlemediğim filmleri de mevcuttu.
İzledim.
Rahatladım.

Güzel gülen adamlar vardı filmde. Çok güzel gülüyorlardı. Bir tanesi en güzel gülendi.
İtalyan adamlar zaten güzel gülerlerdi her filmde.
Başka güzel gülen adamlar geldi sonra aklıma.
İnsana bahşedilenlerin en güzeli bence güzel gülmek, gülümsemeyle hayran bırakmak, diye düşündüm.
Gülünç olmayan bir filmde ben gülümsemelere taktım, kendimi alamadım yine.
Konusu zaten tatsız gerçekler'di.
Bazen yalanlar mı gerekir? Her şeye rağmen gerçek mi olmalıdır?
Yalanlar daha cazip geldi filmi izlerken. Gerçekler can sıkıcıydı çünkü.
Zaten çoğu gerçek biraz can sıkıcıdır, dedim.

Ve filmin can evimden vuran kısmıydı Nazım şiirinin okunduğu kısım.
Piraye'ye yazılanlardandı.
Şöyleki:

''Kelimelerin geldiler bana,
yüreğinden, kafandan, etindendiler.
Kelimelerin getirdiler seni,
                                    onlar : ana,
                                    onlar : kadın
                                                ve yoldaş olan...
Mahzundular, acıydılar, sevinçli, umutlu, kahramandılar,
                                                                kelimelerin insandılar... ''



Kıskandım Piraye'yi bir kez daha ve Nazım'a bir kez daha hayran kaldım.
Minnet duydum filme, güzel gülenlere,
Hem sonunda bardak da kırılmadı,
Rahatladım.
Daha çok sevdim.


7 Ekim 2013 Pazartesi

Bekle'nti.

Bazılarının hayattan beklentileri çok basit, sıradan. Belki de herkesin öyle. 
Kim aşırıyı istiyor, diliyor ki zaten?
Ben mi mesela? Ya da o mu? Biz mi?
Hayır.
Bizler düz insanlarız, dümdüz. Ne kadar farklılaşmaya çalışsak da temelde aynı beklentilerimiz. 
Ne yazıkki.
Zaten farklı beklentiler olsa ne yazar? En basitleri bile lafta kalırken fantastik beklentilerim, beklentilerimiz de bilinmesin, çıkmasın ağızlardan mesela.
Gereksiz çünkü.
Gerek yok.

Ve aslında ne saçma. Beklentiler. Kimden bekleniyor ki sanki?
Sana tek fayda senden, ve bana da tek fayda benden belki de. Bizlere de bizdendir muhakkak.
O zaman bırakmalı mı artık beklemeyi?
Unutmalı mı beklentileri?
Belki de kimden ya da neyden beklediğimize bakmalıyız önce, ona göre karar vermeliyiz.
Ya somut şeylerden değilse beklentiler?
İşte o zaman sıkıntı büyük demektir.

Ya da, ya da,
İyidir beklentiler ya. Beklemezsen nasıl tahammül edersin ki zaten olan bitene? Değil mi?
Böylesi şeyler kolaylaştırıyor tahammülü, sınırları da genişletiyor.
Güzel güzel.

O vakit ben beklerim ki. Beklentilerimi severim.
Kalsınlar hep. 
Bazıları beni mutlu da edebilir hem. Belki.

Ve her yeni günden bir yeni beklenti o zaman.
Bugününki belli.
Sıradaki?
...



6 Ekim 2013 Pazar

Çok mu çok derin'miş?



''Dalma fazla dalma yazıktır şu gözlerine ,
Yapma gülüm yapma yazıktır şu gözlerine ,
Çok derinlerde, çok derinlerde geziniyorsun ,
Gözlerinden belli, yine derin derin düşünüyorsun.'' 


Ya ne yapmalı Erkin Amca? diyorum ben de. 
Bazıları derin sever.

Gregor Samsa geldi sonra kızın aklına birden. Acıdı bir kez daha. Yazık, dedi. 
İçinden.
Sonra bir de kendini düşündü. 
Hayır hayır, daha o kadar değildi. O kadar da değildi.
Kötü örnek bulmada üstüne yoktu kızın, ama bazen işe yarardı bu örnekler.
Karşılaştırırdı çünkü kendini onlarla, biraz olsun rahatlardı.
Belki roman kahramanları olmamalıydı bunlar. Ama o kız zaten dünyadan ziyade kafasının içinde yaşayan bir kızdı. Belli etmezdi. Belli edilmezdi.
Zaten kimse de anlamazdı. Anlayamazlardı.
İç dünyası içte kalmalıydı.
Bir de yazılarda bırakırdı işte dünyasının birazını, 
Sözde kalmazdı zaten, bari yazıda kalsındı.
Kalmıştı da epey.

Dönüşmüş müyüm diye düşündü eski yazdıklarına bakarak. Henüz değildi. Öz aynıydı. İçerik, üslup farklılaşmıştı biraz ama aynı kalan bir şeyler vardı somut olarak göremese de. Hissediyordu.

Ya dönüşmüş olarak uyanırsam bir sabah, diye düşünmeye devam etti sonra. Bay Samsa'yı düşündü, yaşadıklarını.
O kadar da değil, diye yineledi tekrardan.
Nerden aklıma geldi ki diyerek yokladı gününü.
Devam etti.

Şanslıydı kız.
Küçük ayrıntıları yakalıyordu gün içinde, mutlu oluyordu yakaladıklarıyla.
Aslında aynı çatı altında ne çok sevdiğini, sevildiğini biliyor, görebiliyordu. Belli etmiyordu. Hiç etmezdi, etmemişti.

Neyse ya, diyerek bağladı. 
Sinir atmak için yazmak istemişti nerden girip, nereye geldim böyle, diye düşündü.
Siniri biraz olsun geçmiş gibiydi. 
Saman alevi değildi bu seferki, arada olurdu öyle. Kendi yöntemleriyle köreltirdi işte.

Biraz karanlık, biraz müzik, biraz da yazmak yeterdi ona.
Yetti.

Ah Gregor, dedi. 



5 Ekim 2013 Cumartesi

Sonra dedimki;

Bir matematiği bir de dünyayı pek anlayamadım ben. 
Üzgün müyüm peki?
Matematik konusunda değil ama dünyayı anlayamamak biraz dert oluyor, evet.
Keşke anlayabilsem diyorum zaman zaman. Sonra da anlamadan bu kadar düşünce, dert, tasa varken bir de anlasan? diyorum. Anlayabilme hevesimi köreltiyorum. İyi ediyorum.

Bakıyorum sonra insanlara kimler daha mutlu diye. 
Anlayanlar mı?
Anlamaya çabalayanlar mı ?
Anlamayanlar mı?

Çok anlayanın da keyfi yerinde değil anlamayanın da keyfi yok gibi. Ortada kalanlar zaten çıldırmak üzere.
Sonra bir kuram aklıma geliyor. İnsan doğuştan olumsuz düşüncelere sahiptir, olumsuz düşünceleri üretmeye mahkumdur diyen bir kuram.
Kuramcılar haklı işte diyorum.
Memnuniyetsiz iki ayaklılarız biz.
Doğada tekiz bu konuda.

O zaman ne yapmalı? diye düşünüyorum.
Sonra vazgeçip dinliyorum, okuyorum, izliyorum.
En sevdiklerimi yapıp huzur dolarım belki, diyorum.
Evvet.



4 Ekim 2013 Cuma

Çok şey anlatırmış 'rüzgar'.
Bir şarkıda öyle diyordu. 
Şarkıları hayatımla bu kadar bağdaştırmam belki bir problem ama seviyorum.
Yoksa çekilmesi daha güç oluyor.

Ve işte sıralıyordu şarkı rüzgarın meziyetlerini. Anlat, diyordu.
'Anlat ki çözülsün dilim'.

Ama o işler de öyle olmuyor abiler. Şehrin rüzgarı bu günlerde dilimi düğümlüyor resmen.
Unutmuş muyum yoksa hep böyle şiddetli mi eserdi, böylesi ürpertir miydi ?
Sinirlenmiş gibi bir şeylere, acımasız geldi bana.
Çok da kişiselleştirmek istemedim sonra. 
Ben penceremden izlerken istediğin kadar es,uçur, dedim ona.
Çıkardığın sesi dinleyeyim bende sakince.

Ya da esme işte. Esmesen keşke.
Üşürler.
Üşümesinler, istedim.



3 Ekim 2013 Perşembe

Sıcak olan her şeyi seviyorum. 
Bir bardak sıcak çay mesela,
Ya da bir fincan sıcak kahve,
Sıcak çorba,
Sıcak bir yatak,
Sıcacık bir oda,
Sıcak insanlar,
Sıcak gözler,
Sıcak ayaklar,
Çok sıcak bir şehir ya da.
Seviyorum.

Bir süre serin şehirlerde yaşasam da, hatta serinliği de sevsem de bir ara, özüm sıcak.
Ben Temmuz'um çünkü. Temmuzları sevmişimdir hep en çok.

Ve sonbaharda hafiften soğumaya başlayan şehir, geceleri ayak üşütüyor artık,
Benim kafamda 'sıcak'lar dönüyor sadece. Bu günden sonra artık hep 'sıcak' döner.
Hafiften üşümenin etkisi diyorum.
İlkbahara geçer.
Her ilkbahar geçtiği gibi.

Şimdilik sonbaharımızı yaşamalıyız ama, diyorum.
Sonra ılık ve yağışlı kışımızı.
Özledik zira.

                         Ve daha sonra da Temmuz beklemelerine gelir sıra.
                                  Tekrardan, tekrarlanan bir şekilde.










1 Ekim 2013 Salı

Gizli, gizemli bir şeyler olabilirdi ortalıkta,
Aklına bir şiir geldi kızın içinde giz geçen, konuyla belki çok alakası olmayan. Arada aklına gelirdi şair adamlar, ya da aklında hiç mi çıkmazdı? Bilemedi.
Meslekdaş olması yönüyle daha bir başka severdi bazı yazan adamları. O şair adamı da ondan sevmişti belki. Bloğunda şiirini paylaşıp hatırlamak istedi tekrardan, hatırlatmalı dedi kız.

" Bu kadar uzak mıydı ?
Git git bitmiyor yol ,
Görünmüyor dağın ardı.

Oysa bilmem kaç yıl,
Bu yollardan yürünmüş, 
Şimdi sanki bir masal. 

Bu dilsiz dağ ve taş ,
Nerde saklar kuşları,
Hangi gizle sarmaşdolaş? 

Anlamak zor susuşları. "


Düşündü tekrardan kafasını kurcalayan giz'leri. Güzellerdi. Severdi içinde gizemli unsurlar barındıran durumları. Kafasında kurmasına yardımcı durumlardı çünkü bunlar, kurmayı severdi kız.
Bazı durumların gizemi bir süre devam etsin isterdi, hemen açıklığa kavuşmasın, bozulmasın. Onu düşündürsün boş vakitlerinde.

Hayatın bazı yerlerindeki bazı gizemler kalsa derdi. Ama bir süre. Sürekliliğe devam ederse iş kötü. Etmesin, derdi.
Bir şeyin çözülmesini ölümüne isteyip hem de sürebildiğine devamlı olsa gizi, diye düşünmek?
Bazı noktalarda saçmalardı belki kız, ya da çoğu noktada. Lakin sorun olmazdı ki saçmalıklar, sorun yapmazdı.
Öyleyse bu gece de devam etsin şarkılar, dedi. 
Dinleyelim. 
Kendimizi.
Geceyi.
Yağmuru.
Tik-takları.

Daha...

Dahası var hayatın,
Benim daha'm var. Yaşanılacak, yapılacaklar listemi kabartıyorum hiçbir şey yapmadığım her geçen gün. Önceleri düşündüğümde pek bir şey yok gibi gelirdi.
Ama şimdilerde, ohoo.
Kafamda sıraya koydum hepsini, her şeyi. Öyle kurduğum sıralamada gitmesine de gerek yok aslında. Her biri herhangi bir zaman olabilir. Sadece çok gecikmemek lazım. Çok gecikmek istemem.

Planlama da değil aslında yaptığım. Planlamaları sevmem. Bozulur çünkü yapılan planlar, sonları hüsran olur. Belki de bozulmaz  'iyiki' dersin ama risk almaktır plan yapmak. Risk almayı da pek sevmem.
Ben sadece düşünüyorum ve hayal ediyorum işte.
-malı'yım diyorum ve istiyorum her şeyden çok. İstemek yetmiyor bazen imkanları zorlamak gerekiyor.
Zorlarım diyorum,
Zorlarım.

Ve daha çok -acak,-ecek üretiyorum.
Mutlu oluyorum.

   
                            Artık böyle değil.
                                         Aslına bakılırsa hiç böyle de olmadı. Olamaz.
                                                               Oluyorsa da yazzık.