27 Nisan 2014 Pazar

23

... Zaman bu günlerde aslında nasıl da geçmediğini, geçemediğini anlatmak ister gibiydi ona. Daha dün lise yıllarındaydı işte, okul çıkışı şakalaşıyordu arkadaşlarıyla. İki koluna girip havalandırıyordu arkadaşları, kaçıyorlardı öğle arasında, ara sokaklardan çıkıyorlardı Kordon'a. Kitap fuarında gezmekten ayakları mahvoluyordu işte, test kitapları- kaynaklar arıyorlardı vızır vızır. Börek alıyorlardı köşedeki börekçilerinden, patatesli. Arkadaşı da patlıcanlı. Duraklarda bekliyorlardı işte saatlerce ve gelen otobüs almadan geçiyordu. Dündü daha hepsi, dün gibiydi. Yollar, duraklar, insanlar, kokular...
Öyle geliyordu bu günlerde. Geçmişi daha da yakınlaşıyordu zaman geçtikçe ya da mekanlar diyordu.
Suçlusu mekanlar olabilirdi.
Hatırlatıyorlar, seneler öncesine götürüyorlardı kızın kafasını. Çok öteye.
Çocukluğuna, ergenliğine, lise yıllarına, mezun olduğu üniversitenin o ilk senelerine ve de öğrenciliğin son günlerine...
Bir bakış on sene öncesini hatırlatıyordu mesela. Duvarına fotoğrafını astığı o grubun solisti bakmıştı yüzüne seneler senelerce biraz yamuk bir gülümseme ile. Ve gün gelip o solist karşısında bakınca öyle, gidiyordu çok sene öncesine, engel olamıyordu. Zaman aynı gibi geliyordu, geçmemiş, büyümemiş, çirkinleşmemiş gibi. Saf bir his doluyordu içine çocukluktan kalma. Bir bakış sebep oluyordu tüm bunlara, kendince yakaladığı bir anlık bir bakış.
Zamanını yaşamıyor, gidiyordu öyle zamanlarda hep geriye.
Mütemadiyen böyle yapıyor, daha mutlu hissediyor, sonra da geçiyordu. 
Mutluluğu da, içine doldurduğu saflık hissi de. 
Daimi olan ve de hep daimi kalacak duygular alıyorlardı yerlerini sıra ile. 
O da buyur ediyordu büyüyen bir yorgunluk eşliğinde.
...

Günler ne kadar hatırlatsa da olan biteni, kendini, bazen minnet duyulacak şeyler de sunuyordu önüne.
Mesela bir film, bir güzel insan bakışı, bir güzel şarkı...

-23, geç kalınmışlardan. En baştan başlatanlardan.-
http://www.youtube.com/watch?v=jA9fZJT8Ojs

23 Nisan 2014 Çarşamba

Çocuk

Çocuktu. Uçurtmaları severdi her çocuk gibi. Dedesinin öğrettiği gibi kağıttan uçurtmalar yapmaya çalışır, beceremez, dedesine kağıttan uçurtmalar yaptırır uçurmaya çalışırdı peşi sıra. Boşluk ve yeşillik bir alana gider koştururdu rüzgarla. Tabi o zamanlar boşluk ve yeşillik alanlar vardı. Çocuktu...

Çocuktu. Kağıttan gemiler yapar, su dolu kapta yüzdürmeye çalışırdı. Gemisi gemiye benzemediğinden yüzmezdi tabi. Dedesine kağıttan gemiler yaptırır, su dolu kapta yüzdürür, sonra da mutlu olurdu. Çocuktu...

Çocuktu. Pazarları iple çeker, annesinin onu ve kardeşini parka sonra da dondurma yemeye götüreceği günü çok sever hemen gelsin isterdi. Bacakları sıcaktan yanana kadar kaydıraktan kayar, annesi yorulana kadar da salıncakta sallanır, haftanın en güzel gününü yaşardı. Çocuktu...

Çocuktu. Boyama kitaplarını incelikle boyardı. Hiç taşsın istemez, taşınca da silgilerle, olan kuvvetiyle taşan boyayı çıkartmaya çalışır, çok mühimmiş gibi uğraşır durur, yorulur ama mutlu olurdu güzelce boyadım diye. Çocuktu...

Çocuktu. Komşu teyzelere ekmek almaya gider, işe yarıyormuş gibi hissederdi kendini.

Çocuktu. Her övüldüğünde utanır, kaçacak yer arardı.

Çocuktu. Rüyalarını hep gerçek sanardı ya da bir gün gerçekleşecek o rüyalar diye beklerdi.

Çocuktu. Papatyalardan taçlar yapar, bulduğu her çiçekten güzel buket hazırlar çok da önemli olmayan günlerde annesine çiçekli sürprizler yapardı.

Çocuktu. Babasının çok çalışmasına kızar, sonra da üzülürdü.

Çocuktu. Sokakta hayvanların yaşamasını dert edinir, barınak yapmak için bahçede kutular, tahtalar biriktirirdi.

Çocuktu. Pamuk şeker ve kağıt helva severdi en çok. Lolipop sonra, daha sonralarda da hamburger severdi hepsinden çok. Ve beraberindeki kurmalı oyuncakları.

Çocuktu. Balkon parmaklıklarının arasına kafasını sıkıştırır, düğmeleri ağzına alır yutar, bisikletten düşer, bisikletle ağaçlara ve duvarlara girerdi. Canı yanardı, canını yakardı.
...

Çocuktu, hala çocuk'tu.  Öyle der öyle sanardı, 'En büyük çocukluğu büyümekle yaptık' diyenlere hak vermediği zamanlarda.
Ara sıra çocuktu belki de. Büyümüş bir çocuktu ya da. 
Her zaman değilse bile bazı günlerde çocuk olurdu, çocuk olmalıydı herkes. Bir durup çocukluğuna sonra da yanı başındaki herhangi bir çocuğa bakmalıydı.
Bir bakıp düşünmeliydi.
Çocukları.
Yitip giden ufakları.
Melek olanları.
Diğer 'çocukluk nedir bilmeyenleri' ...

Ve her sene dediği gibi yine diyecekti çok içten: 'Dünya en çok çocuklara kalmalı, çocukluk nedir bilenlere bir de.'
...


19 Nisan 2014 Cumartesi

Duyu

...Gözler. 
Sahi ne çabuk bozuluyorlar, diye düşündü. Yaklaşık sekiz seneden beri gözlüklüydü amma ve lakin sevmiyordu o camların ardından dünyayı seyretmeyi. Mecbur kalmadıkça takmıyordu. Bu yüzden bulanıktı hayatı hep. Bir güzel arkadaşı 'benim gözüm bozuk değil, dünya bulanık' demişti bir zamanlar. Çoğu zaman o sözü hatırlardı. Belki de öyleydi ya, sevdi sözü, gözlüğünü de hep çantasında taşıdı sonralarda.

Yakın zamanlarda çevresinde herkes gözlük sahibi olmuş, en az bozuğu bile bir numara gözlükle yola koyulmuştu. 
Miyoptu kimi ama çoğu da hipermetroptu. Bir yaştan sonra yakınla sorununuz olacak, der dururdu büyüklerine ve evet, sıra gelmişti işte. Sorun vardı her büyüğün yakınıyla. Geçen gece annesi, ' nasıl olur da iğneden ipi geçiremem, nasıl olur da göremem, ne ara bozuldu ki gözlerim böyle...' diye dert yanmıştı. Gülmüştü haline ama en çok da üzülmüştü. Ne ara oluyordu her şey böyle?
Sonra kendini düşündü birden, senelerden beri bulanık bir dünyaya bakıyor, uzakları hep boşveriyordu umursuzca. Ne ara bu hale gelmişti kendisi de mesela?
Bilmiyordu.
Bilmiyorlardı.
Güldüler, sonra da sustular sadece.

Ve gözler, dedi yine kendi kendine. 
Gözleri.
Rengi.
Işığı.
Geldiler işte... derken göz konusunun ucunun çok açık olduğunu düşündü kız. Mühim bir mevzuydu, uzun ve de üzerinde fazlaca yorum getirilebilirdi saatlerce, gecelerce.
Derindi. Okyanuscasına.
Gökyüzü gibi de uçsuz bucaksızdı.
Öyleydi işte. Öylelerdi.
Masum da değillerdi üstelik.
Sebebiyet verebilirlerdi her şeye.
-bilirlerdi.
...
http://www.youtube.com/watch?v=O0NIfKNyChU

16 Nisan 2014 Çarşamba

Kim?

"Siz kimsiniz?
Yoksa kimsesiz misiniz?
Neden soğuk böyle
Soluk benziniz?
Yoksa haftalardır
''Tecrit"te misiniz?
Kapı duvar sağır,
Arayan soran yok.
O dipsiz boşluğa 
Düşmekte misiniz? " dizelerine rastlamıştı gece yarısı. Daha önce okumadığı dizelerdi ve ilk okuyuşta da sevdiği dizeler olmuştu bunlar. Normal değildi, normalde kime ait olduğunu bilmediği dizelere burun kıvırır, söyleyecek şeyler bulurdu. Buna bulamadı, belki de bulmak istemedi. Zaten daha sonra bir yüce insana ait olduğa dair yorumlar okudu, ama emin olamadı. Sanal ortamda doğru bilgilere hemen ulaşmak bazen kolay olmuyordu. Lakin üstüne gitmedi, o şairindir elbet dedi. Daha önce okuyup, bilmediğine kızdı. Biraz da utandı.

Sonra geçti.
Bazı şeyler hemen geçiyordu. Çabucak.
Kimlik meselesini boşvermek istedi.
Derken bir de bu güzel şarkıya rastladı dizelerin üstüne...
http://www.youtube.com/watch?v=1jKeTjCCujU&feature=youtu.be

Bugün çok sevdiği dizinin sonunda da kız sormuştu  esas oğlana: 
'Peki sen kimsin?' diye.
Hatırladı birden. Ne çok benziyordu bugün karşısına sunulanlar. Bir mesaj veriyor gibiydi evreni. Belki.
Çözmeye çalışmadı, sadece aklını karıştırdı. Her zaman karışık olan gardıroba bir şeyler daha fırlatmış gibi...
Yormak istemedi güzel kafasını, sevdi sadece tüm bu mesajları.

Bazı günler güzel şeyler sunuyordu önüne.
Güzel rüyalar, güzel dizeler, güzel mi güzel şarkılar.
Yetiyordu bunlar bir güne.
Yetiriyordu.
...

14 Nisan 2014 Pazartesi

Bir 'açılma' sorunsalı

...
Mecnun'lu, Keloğlan'lı absürt bir dizinin en güzel bölümü gibi güldüren rüyasından uyandığında şaşırmıştı. Erken saatlerdi ve çok nadir olarak tekrarlanan 'gülerek uyanma' durumuna şahit oluyordu. Önemli bir gündü bugün, belki de bir yerlere not almalıydı bunu.
En son ne zaman sesli gülerek uyandığını hatırlamaya çalıştı. Zorladı beynini. Lakin hatırlayamadı. Ama illaki 'uyanmışımdır..' dedi. İllaki.
Biraz geçtikten sonra aslında önemli bir gün olmadığını, tekrarlanan aptal ve sıkıcı pazarlardan olduğunu hatırladı. Büyük ihtimalle o yüzden erken kalkmıştı. Pazar kahvaltısı önemliydi. Mutlulukla ilgisi vardı o iki saatin. Buluyorlardı.
Gün öğleyi bulup geçerken içi sıkılmaya başladı yavaştan, her zamanki sıkkınlıklarındandı artık yadırgamıyordu. Düşürdü suratını. İyice düşürdü. Çok düşürdü.

Pazar günleri ev sakin olmazdı, çalışan ailesinin tek coşkulu günüydü. Coşkularına katılmak ister, saçma gelir, katılamazdı. Elinde değildi.
İşsiz bir insan için pazar günleri kocamanından bir 'HİÇ'ti. Ama diğerleri bunu anlamıyorlardı ve işsiz kalmadıkları müddetçe de anlamayacaklardı.
Ve sonra başladı işkencesi... 
Çevresinde 'açılırsın' lafını duymaktan nefret ettiği saatlere giriyordu. İnsanlar onun mutsuz, huzursuz, yorgun olduğunu düşünüyor ve bunu bir nebze de olsa azaltabilmek için çabalıyorlardı.
Haklılardı esasen. Mutsuz, huzursuz ve yorgundu. Ancak buna yapabilecekleri bir şey de yoktu. Ne yapsalar açılmazdı, ne yapsa açılmazdı. -Mış gibi yapabilirdi sadece, o da her zamanki nedeninden dolayı; 'ayıp olmasın' diyeydi.
Ve başlamış, tekrarlanıp duruyordu işte pazar önerileri:
-Hadi tesislere gidelim, açılırsın.
-Hadi pikniğe gidelim, açılırsın.
-Hadi tenis oynayalım, açılırsın.
-Hadi az bahçede gezin, temiz hava al,  açılırsın.
-Hadi odandan çık, salona gel, açılırsın.
...
Sonra da muhabbet içinde öğüt verici cümleler sıralanıyordu gizliden gizliye:
-En önemlisi sağlık.
-Öyle kafayı takmayacaksın her şeye canım, sağlığı bozmaya hiçbir şey değmez.
-Bütün hastalıklar sinir bozukluğundan oluyor zaten.
-Hem dünyada her şey istediğin gibi olmuyor ki, alışmalı insan buna.
-İnsan kendi dünyasını başına yıkmamalı ufak tefek şeyler için, değil mi? Hıı?
...
Değiştirmiyordu bunlar hiçbir şeyi. Bilmiyorlardı.
Bilmesinlerdi. 
İnsanlar bazen akıl vermeye, birilerini iyi etmeye ihtiyaç duyarlardı. Karşılarındaki işe yaramış gibi davranınca da mutlu olurlardı. Oyundu işte bütünüyle. Oynamak gerekirdi, mutlu olabilecekse birileri. Hem belki bulaşırdı böylelikle mutlulukları.
Oynardı ara sıra öyle, ama bazı pazarlar oyun bile oynamak istemezdi canı. 
İzlemek hoşuna giderdi. Lakin git gide sıklaşan boğucu ilgiden de nefret ederdi.
Biraz izledi, biraz da nefret etti.
Kızdı, ses etmedi, içinde patlattı, çok başı ağrıdı.

Sonra gün bitti, uyudu ses eden herkes. Karanlık iyiydi. Afferin verdi yine tanrıya.
Dinledi biraz rahatlatan ne varsa, biraz da yazdı. 
İşte, açılmıştı.
Yoksa yine -mış gibi mi yapıyordu?
Artık kendisi bile anlamıyordu.
Açılmış olabilirdi. Muhtemeldi.

Ve ne haklıydı diğerleri.
Açılması gerekliydi.
...

11 Nisan 2014 Cuma

İçin sesi

...Belki de insanları hiç mi hiç anlayamam, diye düşündü. Onlar da zaten beni anlamaz, diyerek ekledi düşüncelerine düşüncelerini.
Farklıydı her şey. Yaşamlar, yaşanmışlıklar, çevreler, görülenler, duyulanlar, maruz kalınan durumlar... Niceleri farklıydı ve bu farklılıklarda başkalaşıyordu insanlık.
Kiminin gözü paradan başka hiç bir şey görmezken, kimi sadece lüks için yaşıyor, kiminin bugün ya da yarın umrunda olmazken kimi sadece öte tarafa yatırım yapıyor, bazıları kafalarında geçmişten bugüne kurdukları hayatın, hırslarının kurbanı olurken, kimi de nasıl daha vicdan sahibi olurum diye düşünüyor, gelecekçiliği yaşam tarzı haline getirirken bazıları, kimileri de tırnağı kadar önemsemiyordu. İnsanlık birbirine tamamıyla zıt milyonlardan oluşuyordu.
Zıtlıklar o kadar zıt o kadar uzaktı ki uzlaşma mümkün olmuyordu, olmayacaktı.
Zaman zaman zıt insanlar bir durup düşünüyor, biraz da korkuyorlardı bu durumdan. Ortak noktalar yaratmaya çalışıyorlardı. Bazen mümkün oluyor, bazen de olmuyordu.
Neticede özünde zıtlardı, ne olsa da, neler olsa da zıtlardı, bambaşkalardı. 
İşte böyle bir zıtlıklar evreninde insan kendisine bütünüyle benzer biriyle karşılaşınca afallıyordu, hem de çok afallıyordu. Ortak noktaların fazlaca olduğu arkadaşlıklar bile uzun yıllar süregelirken, her konuda uyum sağlayan birisiyle tanışmak mümkündü mümkün olmasına. Ara sıra...
Lakin üzerinde bir hayli düşündürüyordu işte.
Bu durum bazen bazı yazılar okuduğunda oluyor, bazen bazı kitaplarda karşılaşılıyor, bazı karakterlerin yaratılışı da öyle düşündürüyordu bazen. Evet, vardı işte. Onun gibi düşünen, yazsa onun gibi yazacak, çizse onun gibi çizecek, görse onun gibi görecek... 
Bazı insanlar birbirine benzerdi ve bu benzerlikler insanları daha da benzer kılardı farkında olmadan.
...
''Sıkan bir kundurayı çıkarmış'' gibi diyerek tarif ediyordu bir kitapta 'rahatlık' duygusunu, her şeyi söyleyip 'rahatlama' hissini. Sevmişti o tasviri, nasıl sevilmezdi. İşte o anda da, o kitabın yazarına duyduğu yakınlık da bin kat artmıştı. Tanışsalar muhakkak çok iyi sohbetleri olur, çok iyi anlaşırlar, geceler-günler boyu konuşurlardı.
Ama imkansızdı, çoğu şey gibi.
Ve bu durum gerçekten canını sıkıyordu mütemadiyen. Nerede kendine yakın, benzer, tanıdık bir ruh görse, bulsa, tanısa mümkünsüzdü, mümkünsüzleşiyordu.
İşte öyle zamanlarda o keşfettiklerinin üstüne daha çok gidiyor, daha çok okuyor, daha çok dinliyor, daha çok izliyor ve daha çok düşünüyordu.
Ya da hep düşünüyordu.
Düşünecekti 'kendisine' kavuşana dek.
...

Ve bugünlerde bir oluyordu o romanın kahramanlarıyla. Bir hissediyordu.
Bir hissettirmişti cümleler, kelimeler, içindeki sesler.



7 Nisan 2014 Pazartesi

Bir diyar

Bir yer vardı, bir arazi.
Boylu boyuna, epey büyükçe bir alan.
Çevresi ormana bakan...
Yaklaşırken çiçek kokuyor, rengarenk çiçekler göz alıyordu.
Çok fazla çiçek vardı orada, çok tür çiçek.
Ve çok fazla da acı.
Gözyaşı.
Kabristan diyorlardı bazıları adına ya da mezarlık.
Unutulmuşlar ve unutulacaklar diyarı, nam-ı değer.

'Yürümeye çıkalım, biraz kafan dağılsın' diye çıkarmışlardı onu akşamüzeri. 'Belki dedene uğrarız?' demişlerdi. Pek iç açıcı olmayacağını o cümleden sonra ne kadar anlasa da onay vermiş, çıkılmıştı yola. 
Yürümüşlerdi epeyce. Yokuş yukarı hem de. Sokaklarda hala oynayan çocuklar, yeşillenen bahçeler, yenilenmiş dış cepheler dikkat çekiyordu. 
O yere yaklaştıklarında çiçek kokusu dolmaya başladı burnuna.
Gül, papatya, zambak, leylak ve daha bilmediği onlarca çiçeğin kokusu... Bir taraf çiçeklerle bezenmiş, yeşillikler içinde ve biraz insanlıyken diğer taraf yalnızlığına terk edilmiş, toprakları çatlamış- göçmüş, ürkütücü ve kimsesizdi. Nedeni açıktı. Bir tarafta yaklaşık on sene ve öncesinde kaybedilenler, diğer tarafta ise daha üç beş sene öncesi, yakınlarda kaybedilenler ikamet ediyordu. Bir tarafın çiçek bahçesi diğer tarafın hüzün bölgesi olmasının nedeni besbelli buydu.
İnsanlar zamanında değerini anlamadıklarının toprağını çiçeklerle dolduruyor, günah çıkarıyor vicdan rahatlatıyorlardı. Gölgede kalsın o beyaz taşlar diye ağaç dikiyorlar, kurumasın, üzerinde yabani ot bitmesin diye o küçücük alanı belki de içindekine bakmadıkları kadar iyi bakıyorlardı.

O ise, mezarlıklarda böylesi gözlemler yapmadan duramıyor, çıkarımlarını kendine saklıyor, izliyordu sadece.
Korkunç bir sessizlik de vardı mesela orada, daha önce çok da tanık olmadığı, sadece kuş seslerinin olduğu bir sessizlik.
Ziyarete gelenlerin içi hüzünle beraber tuhaf bir huzur da buluyordu o sessizlikte. Garipti.
Toprak altında binlerce yitip gitmiş, üzerilerinde rengarenk çiçekler, kafasında bin bir düşünceyle gelen ziyaretçiler, mezar taşlarına yazılmış Ahmet Kaya şarkısının sözleri, göçüp gidenin boydan ya da vesikalık resimleri, şiirler, dokunaklı sözler, tarihler, doğumlar-... 
Hepsi garipti. Garip gelmişti bugün.

Garip gelmeyen tek şey vardı, 'ortak acı.'
Kimi annesini, kimi babasını, kimi kızını-oğlunu, kocasını kimi, sevdiğini, kimi dedesini kaybetmişti hiç beklemediği bir zamanda. Hepsinin de kaybettiği en kıymetlisiydi muhakkak.
İnsanlar demekki zaman zaman ortak payda da bir araya gelebiliyordu. Ama vaktin geç olduğu zamanlara denk geliyordu bu.
Acıydı tüm olan biten.
Surattaki ifadeler, anlatılmak istenenler, anlatılamayanlar ama gözlerden anlaşılanlar...
Acıydı.
Ve kıymetsizdi o acı haricindeki her şey.

Unutulmuşların ve elbette unutulacakların o diyarı çiçek kokuyordu bugün.
Bahar kokuyordu.
Gelmişti oraya da.
...

6 Nisan 2014 Pazar

Yol

Her şeyin bu kadar yolundan çıkmaya başlaması geçen zamanla doğru orantılıydı muhakkak. Ama miladı neydi mesela onu kestiremiyordu.
İlk acısı mıydı? İlk acımasızlığı? İlk gitmişliği miydi yoksa?
İlk üzmüşlüğü de olabilirdi.
Bir uzak şehirde, ya da kendi şehrinde.
Bir bahar günü veyahut yapış yapış bir yaz günü de muhtemeller arasındaydı.
Bir vakitte, bir mevsimde, bir yerde yolundan çıkmaya başlamıştı işte her şey. Sonrası bulanıktı hep. Hem kafası hem de hayatı.
Lakin rolünü hep güzel yapmıştı. -mış gibilere alışıktı, alıştırmıştı bünyesini.
Her şey hiç mi hiç yolunda değilken bile -mış gibi yapmış da farkına varılmamıştı.
Bazen kendisi bile farkına varamazdı aslında ne halde olduğuna. Rollerine alışıyordu çünkü zamanla.
Ama bir durup bir düşününce, esaslı olan her şey dökülüyordu ortaya. Gerçekleri döken bazen okuduğu bir kaç cümle, bir kaç resim, bir kaç şarkı oluyordu. Zamanında nesnelere, çevresindekilere, elinin altındakilere yüklediği anlamlar gün geliyor kendini gösteriyordu.
Bu bir problemdi. Hem de büyük bir problem.
Ayrıntılara anlam yüklemelerle delirmeye başlardı düşünceler, deliriyorlardı işte.
Yaşadığı dünyanın evrenin anlamını sorgulayıp duran bir insanın, dünyasındakilere bu kadar anlam yüklemesi anlamsızdı. Ama anlamsızlıklar oluşturuyordu zaten benliğini. Kendi kendini yadırgamaz,  ama  onu yadırgayan bol olurdu dünyasında. 
Onları da umursamazdı, olur biterdi.
Umursuzluğu,
Bazen umursuzluğu kendini bile korkuturdu. 
Misal nükleer santraller, doğa katliamı, savaşlar, küresel ısınma, kanserojen maddeler, GDO, yolsuzluk, derin devlet vs... Hiç mi hiç ırgalamazdı bazı anlarda. Bazı küçük, nadir anlarda. 
İşte o anlar onun hiçliğiydi. Hiç olduğu anlar. Boşluk ve karanlıktı...

Derken sinir oluyordu birden. Minicik çocukların ölümüne, ölümlerine karşı tepkilere, değişmeyen koca kafalara, din-ırk-mezhep ayrımı yapan düşüncelere sinir oluyordu.
Tüm kötülükler geliyordu aklına, izleyip okuduğu;Ü o kötülükten vücut bulmuş insanlara lanetler gönderiyordu.
Dünya yaşanılır bir yer olmaktan çıkıyordu öyleleri sayesinde. Sinir oluyordu. Öfke doluyor, öfke taşıyordu.
...

Sonra yine dünya diyordu. 3 gün sanki.
Değer mi?
Tüm kafa yormalara, tüm öfkelere, tüm kızgınlıklara, tüm üzmelere- üzülmelere, tüm kırıklıklara...
Tüm beklemelere?
Belki. Değerdi.
İçindeki o minik umudu yolundan çıkarmazdı onu, ya da yoluna koymazdı işte hayatını.

Ve 'Yolda olmaktır' diyorlardı diğerleri tüm olan bitene. 
Her şey, herkes bir değişikti.

5 Nisan 2014 Cumartesi

-Döngü-

...
Bir depresyon hırkası ve bir adet de depresyon battaniyesine sahipti epeydir. Bir köşeye fırlatıp atamıyordu bir türlü. Belki de atmak istemiyordu. Sıcaktılar çünkü, yumuşacıktılar. Öylesini severdi. Üstelik renklerini de severdi o ikisinin.
Ve alışmıştı artık. Alıştığı şeylerden kolay vazgeçemezdi.

Yavaş yavaş kaldıracaktı elbette onları lakin vakti vardı henüz. Zamanını bekliyordu.
Hem belki sonra bir daha asla çıkarmazdı onları kaldırdığı o yerlerinden. Belli mi olurdu.
Ama şimdilik depresyon hırkası üstünde, battaniyesi de bütünüyle sarıp sarmalanmış halde üzerindeydi. Her zamanki yerinde oturup, her zamanki fincanına her zamanki içeceklerden koymuştu. Değişmeyen şeyler vardı hayatında senelerdir, değiştiremediği.
Ufak değişikler de vardı ama, evet. Mesela çayları artık 3 şekerli değil şekersiz içiyordu uzunca zamandır. Ve kola da içmiyordu kattiyen. Bitki çaylarını nadiren içiyor genelde kafein tercih ediyordu, her çeşidinden karmalarla gününü bitiriyordu.
Aynı saatlerde aynı şeyleri yapma arzusuna engel olamıyordu bir de. Saatinde kahvaltı, saatinde yemek, saatinde dizi izleme, saatinde çalışma, saatinde okuma, saatinde yazma, saatinde dinleme, saatinde dinlenme alışkanlığı vardı. Üç aşağı beş yukarı zamanlama da aksaklıklar olsa da her gün yapacağı şeyler listesi de kabarıktı. Her gün gece ertesi günü planlar, genellikle planladığına uymazdı tam anlamıyla. Planlamaları sevmezdi. Ama bazı sıraları da asla bozamazdı işte, bozmazdı.

Misal kafasındaki bazı düşünceler de değişmiyordu epeydir.
Yaz geçmiş, sonbahar geçmiş, kış geçmiş, bahar gelmişti ama kafasında dönüp duranlar kendini tekrar ediyordu.
'Düşünmesen bu kadar? Hep aynı şeyler sonuçta değil mi?' demişti bir arkadaşı geçenlerde. Haklıydı. Aynı şeylerdi. Lakin eklemeler yapıyordu her geçen gün. Eklenerek büyütüyordu hayallerini, korkularını, kaygılarını belki de umutlarını.
Biriktiriyordu. Biriktirmeyi seviyordu çünkü.
Tekrardan ibaretti, biliyordu. Hayatlar, düşünceler, içsesler, o seslerin cümlelere dönüşümü... tekrardan ibaretti. Ama zaten evren de öyle değil miydi?
Gün doğuyor gün batıyordu.
Önemli olan ya da can sıkıcı olan tekrarlar olmamalıydı. Tekrarların ayrıntılarında kendimizi, bulmak istediklerimizi bulabilir miyiz'i düşünmek olmalıydı.
Tekrarlarda kaybolmak değil, tekrarla yeniden doğmak mümkün müydü?

Bilemedi.
Bilemezdi.
Bilmek isterdi.
...

3 Nisan 2014 Perşembe

Uçuş

Bir uçmak sevdası ki alıp gidiyordu. İnsan denilmiş iki ayaklı ama uçamayan canlı türü kafayı belki de uçmakla bozmuştu. Sık sık bunu düşünüyordu son zamanlarda kız. Geçenlerde kardeşinin resmine bakarken dikkatini çekmişti, sonra bir haberde çocukların hayallerini okurken tekrar dikkat etmişti, filmler, dizilerde, orada-buradaki görsellerde hep bir uçma teması vardı. Uçup gitme...
Bilinmezdi nedeni. Herkes bu kadar mı tutsaktı da uçmak istiyorlardı derinlerde?
Ya da özgürlüğe bu kadar mı aşıktı evvelden, en miniklikten bünyeler?
Bilinmezdi işte. Yine.
Ama kendisinin de çok çocukluk hayali pilot, daha sonra da hostes olmaktı. Zamanla ne izi ne de alakası kalmıştı o hayalin kendisiyle. Ara ara hatırlar gülerdi sadece. Lakin içindeki uçmak sevdası hala duruyordu yerli yerinde. O gitmemişti, kaybolmamıştı bir yerlere.
***
Kardeşine, resim öğretmeni M'den kuş çizmeyi yasaklamıştı geçenlerde, sonra o resim öğretmeni gitmiş yeni bir resim öğretmeni gelmişti yerine. Yine resim çizmesine yardım ederken bir gün, kuş çizmek istedi kardeşi masmavi, aralarına gün batımının pembeliğini serpiştirdiği gökyüzüne. Ama tedirgindi. 
'Kuş çizsem kızar mı acaba öğretmenim?' diye sordu ablasına. 
Tedirginlikle birlikte sorulmuş bir çocuk sorusu.
Zamanında kendi kendine çok kızmıştı ablası, her şeye kızgın olduğu günlerde o mevzu da kızgınlığından payını almıştı. 
'O eski öğretmenindi, bu kızmaz belki, çiz sen bu seferlik, bakalım ne diyecek.' dedi.
Zevkle ve farklı bir edayla süzülen kuşları çizdi kardeşi, 'şuraya da şuraya da...'
'En çok kuş çizmeyi seviyorum' diye ekledi sonra.
...

***
İki ayaklı, uçma sevdasına tutulmuş, kanatsız canlılar...
İnsanlar.
Uçamasalar bile teoride aslında gözlerini kapatıp hayal kurduklarında uçabiliyorlar diğer canlılardan daha yukarılarda, daha bir başka.
Tek yapmaları gereken gözlerini kapamak,
Veyahut dinlemek en sevdikleri müziği,
İçmek,
Okumak ...

Ya da işte çizmek bir kağıda süzülen kuşları.
Bazen de sadece izlemek,
Günün birinde kuş olup da göçeceği zamanı beklemek.