30 Eylül 2013 Pazartesi

Bazı pazar günleri var ki güzeldir. Toprağa dokunursun biraz negatif enerji aldığına inanıyorsan, güz'e kalmış asma üzümlerinin varlığından haberdar olur, ama yemezsin aceleci davranmayıp, izlersin pazar bitmesin diye koşuşturan aileni, ne minnet borçlu olduğunu hatırlarsın. 
Üzülürsün bir ara sebepsiz yere ama mutlu da olursun sonra çok. Kalabalıktır çünkü pazarları. Özlediysen hele kalabalığı, sen de bitmesin istersin, çocuklar hep konuşsun, çay hiç bitmesin, balkon oturmaların ılık esmelerle şenlensin...
Ama pazar'lar da biter. Diğer bitenler gibi. Akşamın ilerleyen saatlerinden itibaren sessizliğe gömülürsün tekrardan. Bilgisayarın, kitapların bile seni boğar.
Sessizlik çok daha ağır gelmeye başlar. İç geçirirsin. 'Yolda olsaydım keşke' diye. Hep sevmişsindir çünkü yolları, gitmeleri sevmişsindir. 
Fazla hayal kurduğunu fark edip kendine gelirsin ve biraz daha okursun ne bulursan. Ama bünye sinyal vermeye başlamıştır artık,yeteeeer, der.
Ama toprak? temiz hava? pozitif enerji? 
Evren? dersin.
...
Sadece sessizlik.

Sonra o şarkı sözleri dolar kafana;

''O zaman hemen git radyoyu aç bir şarkı tut
Ya da bir kitap oku mutlaka iyi geliyor.''


Deneyelim,dersin. Denersin. 
İyi gelmez.
Iıı-ıh.

Yine bilindik ve kesin çözüm olan yolu denemeye karar verirsin.
Bir film izlemeliyim, dersin.
Muhakkak ödüllü olmadı, ve gece sakinliğine-sessizliğine uygun.
Bulursun, o dolmaya devam ederken belki de bir kaç satır karalarsın, film öncesi kafayı toplamak çok uyuklamamak için.


Umutluyum senden, umutlu olmakta fayda vardır hep.
Vardır vardır.

Pazar: Bir Ticaret Masalı
The Market: A Tale of Trade




29 Eylül 2013 Pazar

Bir sancılı dönem

3 adet kız çocuğuyla başlayan günler güzelmiş her şeye rağmen. Ergen kardeşim ve ergen arkadaşları olmasaydı bilemezdim belki.  Ama bildim. 

Yeni büyümeye başlayan kız çocukları... Aslında aynıymış hepsi, aynıymışız. Kilo alırız diye yemekten korkmalar, arkadaşlığı-dostluğu her şeyden üstün görmeler, kendini övmeler (ki biz buna ergen merkeziyetçiliği diyoruz) yoğun laf sokmalar, paylaşamama-paylaşılamamalar... Ve daha pek çokları.
Eğitim kitaplarımdaki cümleler, tanımlar geçti gözümün önümden onları gözlemlerken. Sonra KPSS-Eğitim Bilimleri kafasını bir köşeye kaldırdım. Az dur, dedim. İşim var.

Bazı şeyler değişmiyormuş, bazı dönemler, diye düşündüm.
Herkeste aşağı yukarı aynı gözlemlenen bir döneme yeni girmeye başlayan kız çocukları çok şey hatırlattı geçmişe dair.
Saflıklarına doyamadım, çocuk saflıklarına, mutluluklarına, sıkıntılarına imrendim. 
Sonra önlerindeki hayatı düşündüm annesel bir içgüdüyle, içimi acıttım. 
Onlar da büyüyecekti, yetişkin olacaklardı, üzüntüleri-mutlulukları başkalaşıcaktı,kalp kıracaklardı, kırılacaklardı.
Düşüneceklerdi belki çok fazla,
Dünya canlarını sıkacaktı.
Ama olsundu, hepsi olsun. Zaten öyle yaşanırdı ömür denilen.

Sonra öğretmen ablayı yakalamışken derin mevzulara girmek istediler, sistem dediler, din dediler, inanç dediler. Karıştırmadım kafalarını, ileride daha da karışacak çünkü.
Şimdilik dert etmeyin, dedim. Dert edeceğiniz zamanlar çok yakın. 
Ama iyi insan olmayı, olabilmeyi düşünün dedim. 
Onaylayıp güldüler. 
Önemsemediler belki. O kolaydı çünkü. İyi insan olmakta ne vardı.
Zaten iyilerdi onlar, en iyilerdi hatta.
Ben de gülümsedim. 

Dönemsel sıkıntılarına uğurladım sonra onları, ödevlerine, yapılması gereken performanslara, projelere. 
Performans ödevi konuları; kıyametti, ahiretti, yeniden dirilişti.
Ödev hazırlarken korkan kız çocukları vardı şimdi odada, akşama kadar da odada tıkılı kalacaklardı.
Güzel bir cumartesi gününde sabah uyanıp öğlen kurstan gelen sonra akşama kadar ödev hazırlarken odada korkan kız çocukları... Çoğu kız çocuğundan belki daha şanslılardı ama böyle de olmamalıydı.

Ne kadar etmek istemesem de yine lanet ettim ben, çok sövdüm içimden.
Çocukluk, dedim. 
Çocukluklar, çocuklar heba olmamalı.
Çiçeklerin koynunda uyumalı.



28 Eylül 2013 Cumartesi

''Çocukluğumun akşamları çıka gelin, acıktığımı unuttum.
Aklımda ne vardı şimdi, ne isyan ne sinkaf ne halt unuttum.
Mahallenin küçük yıldızı, köpeklerin çobanı,
Uzaklarda kaval sesleri, sevdalıların dumanı.
Soğumuş bir tas çorbadır hayat, doydum
Ben unuttum, sen de unut.


Unutmak çok kolay,
Ateşte yürümek kolay, ateş kül oluyor zamanla,
Çok kolay unutmak.

Her yol bizim eve çıkardı, koşaradım geç vakit, unuttum.
Gecelerin bir hüznü vardı, artık gündüzün de var, unuttum.
Uzun kara bir çocuktu aşk, götürdüler astılar.
Kör bir terzinin makasıyla hayatı daralttılar.
Açtım televizyonu baktım, bir çok maymun .
Ben unuttum sen de unut.''

Demişler ya şarkıda. 
Kolay mıdır sahi? 
Sanmam.
Hele ki unutan yerleri hasarlıysa insanın,
Mümkün değil kolay olması.

Mesela ben unutmam bazı tarihleri. 
Sonbaharları, ilkbaharları, bazı yazları, bazı kışları unutmam.
Barındırdıkları ayların bazı günlerini hiç unutmam.
Bugün onlardan sadece bir'i.

Anılarım kıymetlidir, unutmam.
Anı'sına yazarım sonra,
Sadece anısına.

Ve dinlerim.
Hep yaptığım ve yapmaktan zevk aldığım yegane şeyi yaparım,
Dinlerim.
Ben dinlemeyi severim.
Bir zamanlar ne dinledim be hey, derim.


27 Eylül 2013 Cuma

O iyi adamlar

Tüm o beyitler, dizeler, söylenmiş tüm güzel sözler. Neler neden olmuş ki onlara? Kimler ya da?
Düşünmeden edemiyorum. Çünkü çok karşılaşıyorum. Bir şarkının içinde, bazen romanlarda, okuduğum şiirlerde, izlediğim dizi ve filmlerde...
Yazan, yazabilen üstelik kalemlerinden öylesine cümleler, dizeler, sözler çıkanlara hayran kalıyorum, imreniyorum ve kıskanıyorum.
Neler yaşandı, neler yaşattılar, delice bir meraka kapılıyorum. Ve kurmaya başlıyorum sonra kafamdan. Kendimce, kendi istediğim gibi.
Kurmak istemediğimde de araştırıyorum kimeymiş sitemler, o güzel sözler diye.
Kimi zaman platonik aşkına çıkıyor, kimi zaman 40 yıllık eşine, kimileri eski sevgililere, bazıları da bir kez görüp çok özlediklerine...
Vay be, diyorum sonra. İnsanlar boş yere şair olmuyor. Zorlanıyorlar, zorlanmışlar belli ki zamanında diyorum. Zira öyle para için çıkacak dizeler değil bazıları. Ki az araştırdığımızda aslında şair adamların hayatları, yaşam mücadeleleri ve sonları hüsran.
Yazık olmuş,diyorum. İçim acıyor çoğuna. Sonra en azından geriye bir şeyleri kalmış ya diyorum. Bizlerden onlar bile kalmayacak.

Ve nihayetinde;
İyi adamlarmış iyi.
Demiş ya Orhan Veli:
'Ölünce biz de iyi adam oluruz.' diye.
Bilseymiş keşke bazılarının gözünde ölse de ölmese de iyi olduklarını ve öyle kalacaklarını.


Hem şiir yazan adam, şair adam zaten ne kadar kötü olabilirdi ki Sayın Veli?
...

26 Eylül 2013 Perşembe

Çocukluğum geldi aklıma birden. Çok çocukluğum hem de. Uyurken yanıma oyuncak bebeklerimi, ayıcıklarımı alıp üşümesinler diye üstlerini sıkı sıkı örttüğüm, derin yatak sohbeti yaptığım çocukluğum..
Ne konuşurdum ama, neticede içi pamuk ya da elyaf dolu bebekler, hayvanatlar. 
Gözlerine baktığımda öyle gerçek gelirlerdi ki, konuşmadan edemezdim.
Güzel yıllarmış düşününce ve şiddetli bir masumiyet hakimmiş atmosferde.
Minicik bir ayrıntı oyuncaklarımla gece anılarım. Çocukluğuma bakınca ise koskocaman bir dünya. Zamanla silinen.
Silinmeseler keşke ama insan beyni ve kapasitesi, sınırlı işte. Ne güzel yılları, anıları silerken yerini endişeli, telaşlı bir çok ayrıntıyla dolduruyor. Elimizde olmadan.
Keşke olsa diye düşünürüm her zaman. Silip atsak istediğimiz yerleri, ve o güzel anılarımız kalsa hep yerinde.
Kalmıyorlar ama, kalmazlar.
Madem öyle, çocukluktaki gibi masum, güzel anılar koyamaz mıyız kaybolanların yerine? Çok mu zor olur bu halimizle? Denemeye değer mi?
Sonra vazgeçiyorum tüm sorularımdan.
Gelir elbet güzel anılar diyorum, ki nankörlük yapma, geldi fazlasıyla. Güzellerdi çocuk masumluğu olmasa da.
Şanslısın, diyorum kendime. Çok şanslı. Çocukluğuna dair güzel anıların oldu, çok oldu. Silinmeye başlasalar da kıyıda köşede kalanlar, oldu, diyorum. Arada kendi ayarımı yapıyorum. Silkinip kendine gelme çabaları.
Bende başlıyor ve ben de bitiyor hayatım değil mi? Hep öyle olmadı mı? Herkesin öyle değil miydi zaten?
O yüzden hani çok da kafa yormamalı mı acaba? Olana bitene, geçmişe, yarına, yarından sonraya, geleceğe?
Öyle diyor herkes. Çok düşünmemek lazımmış. Akışına bırakılmalıymış hayat. Bırakanlardan tavsiyeler o yönde..

Ve çocukluğum. Yad ediyorum onu bu gece. Nerden estiyse.


He bir de çocukluğa dair her ne varsa öyle çok naif şeyler değil. Hasarlı bazı noktalar.
Mesela bu şarkı, ezgisi bazı sabahlar uyandığımda hala kafamda döner. Bilinçaltım derim hep, birazcık değişik.
Azıcık.



25 Eylül 2013 Çarşamba

Ben bazen geç kalıyorum. Çok geç. Üzülüyorum sonra, telafi de edemiyorum çünkü. Hiç edememişimdir.
Geç kalmışlıklarımdan birisidir Neşet Ertaş.
Utanırım bu kadar geç tanıyıp sevdiğime, dinlediğime. Ama iyikileri de sıralamayı ihmal etmem sonra. İyiki derim bazı insanlar çıkmış karşıma, iyiki tanımışım.
Her tanıdığım bir şeyler öğretsin isterim bana, ve gerçekten de öğrenmişimdir her birinden çok mühim şeyler. 

Seven bir arkadaş vardı Neşet Baba'yı. Çok seven. Onun sayesindeydi gerçek anlamda ilk tanışmam. Ben de sevdim sonra. Çok sevdim hem de. Sevdiklerimin sevdiklerini sevme huyum çok pistir.

Şimdilerde türkü deyince aklıma ilk gelenlerdendir.
Dinledikçe hüzünlendiğim,
Dinledikçe hatırlatandır.
Yattığı yer gül dolsundur.




24 Eylül 2013 Salı

Zerdaliler

Güne Rock'n Roll ezgileriyle başladım, 
Nasıl başlarsam öyle gider düşüncesi hani,enerjik - tempolu olsun dedim.
Aslında gece boyu rüyalarımın fonuydu Rock'n Roll, 
Bilinçaltım hippiydi dün gece.
Kafam rahatlamış uyandım,güzeldi.

Sonra,
Gün sonunda geldiğim nokta ise yine Ezginin Günlüğü.
Dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyorum bazen. İlerleme oluyormuş da aslında olmuyormuş gibi.

'Zerdali' şarkının ismi.
Sessizlik sensin geceleri,diyor,
Fincana kahve koydum,gel, diyor.
Diyor da diyor.

Bunun öncesinde de Emel Sayın dinliyordum mesela, 
Kızıyordu dünyaya, sevdiğine.
Güzel kadınmış dedim, hala güzel.
Nostalji de çok güzel, dedim. Tüm gece çalsa ya.
Ama çalmadı.

Neyse,
Bu geceki şarkımı seçtim ben:
'Zerdaliler.'
Dinlemeli o zaman.
Tekrar,
Tekrar,
Tekrar.

22 Eylül 2013 Pazar

'Her şeyin fazlası zarar' dedi amca. 'Her şeyin.' Demekki bir zamanlar fazla olan birşeylerin zararını görmüştü epey. Çünkü vurgulamıştı özellikle 'zarar' kısmını. Kızın gözlerinin içine bakaraktan 'yapma' demek istiyordu. Belliydi. Sadece dillendirmiyordu. Belki de acıyordu kızın haline. Belki de genç bir kız ona göre daha başka olmalıydı. Ondan yadırgamıştı. 
Ama genç kız fazla bir şeylerin olduğunu düşünmediğinden amcadaki imayı çözmeye odaklandı. Fazla bir şeyler varsa da zararını görürdü gün geldiğinde, çok da mühim değildi onun için.
Düşündü sonra amcayı, diğer amcaları, artık yetişkinlikten sıyrılıp son çeyreğe giren herkesi düşündü. Fazla olan nelerin zararlarını görmüşlerdi. Sigara? İçki? Öfke? Meşguliyet? Ya da bambaşka şeyler.
Onlara da zamanında birileri 'her şeyin fazlası zarar' demişti. Dinlememişlerdi. Zarar görmüşlerdi. Şimdi de aynı hataya düşecek olan saftirik beyinlere tekrarlıyorlardı o cümleyi.
Ama büyükler hep öyledir zaten, diye düşündü genç kız. O bile bazen kendinden küçüklere yapmaları ve yapmamaları gereken şeyleri söylerdi. 
Kendisine de o büyüklerin böyle şeyler söylemesini yadırgamıyor, sadece dinliyordu. 
Uyarıları sevmezdi ama artan bu çeşit uyarılara da alışmıştı zamanla. Sadece yaşanmışlıkların ikazı gözüyle bakıyordu. Onların başına böyle şeyler gelmiş, ama ya benim gelmezse? Ya da ben de yaşayayım ben de göreyim neler olacağını, diye düşünüyordu. Söz dinlerdi ancak kafasına yatan sözleri.
Ve genellikle kafasına çoğu söz yatmazdı. Başka işlerdi  genç kızın henüz genç kafası.
Belki de, diye düşündü sonra. Haklı amca. Zarar her şeyin fazlası. Ama her şeyin fazla olduğunu nasıl ölçecekti. Neye göre? Kime göre? deyip bildiğini okumaya devam edecekti nihayetinde. Hep bildiğini okurdu çok bildiğini sanan genç kız.

Sonra yine yadırgadı insanları, çevresindekileri, hayatları, dünyayı.
Yadırgarken tümevarımsal yöntem kullanıyordu, özelden genele hani.
Galiba dedi, fazla bir şeyler.
Hak verdi amcaya son kez.



21 Eylül 2013 Cumartesi

Sevgili Evren;

Bugünkü dilek hakkımı 'hissetmemek' için kullandım. 
(Bu kadar çok hissetmemek için.)
İnsan bilmem kaç tane hissi neden bir arada yaşama ihtiyacı hisseder? Neden hepsi birlikte? Ya da ard ardına. 
Mesela mutlusun, birkaç gün mutlu kal. Öyle birkaç saat değil. 
Çok mutluluklar ardından intiharlık hüzünlere bırakmamalı insan kendini. Bu kadar çabuk duygu değişimleri yaşamamalı. Mayyaklıktan başka birşey değil çünkü. Ağır mayyaklık.
Bir gün bakıyorsun, evet, keyfi yerinde kızcağızın. Sonra espriler,gülmeler, gülüşmeler belki uzayan sohbetler. Sonra,hooop. Bambaşka hissiyatlar.
Yukarıdaki, hisleri dağıtırken minicik haliyle koşturup gitmiş bu kız. Ondan da istiyorum, ondan da, ondan da diye açgözlülük yapmış büyük ihtimal. 
İyi halt etmiş. Abartmış. Abartma huyları o zamanlardanmış.
Mutluluğu abartmış, mutsuzluğu, kızgınlığı, kıskançlığı, umutsuzluğu.. Abartmayı da sevmiş çünkü çoğu sevdiği şey gibi.

Ve hissetmemek, diyorum. Umursamamak, sallamamak belki şimdilerin deyimiyle. İlla ruhu mu kaybetmek gerek koca adam Sam misali?
Öyle olmamalı işte, olmaz da zaten de. Olmasın .
Ne rahattı kafası. Dan dan dan söylerdi kafasından geçenleri, duyguları olmadan, sadece mantıklı düşünerek. Rahatsız ediciydi belki ama kendi için değil, çevresindekiler için.
Ki bencillikti bu yaptığı ama kafası rahattı, değerdi.
İmrendim işte bende dizimin tekrar bölümlerini izlerken. Ben de öyle olsaydım ya dedim. Olabilsem?
Sonra evrene bir mesaj.
Ama ben farkettim ki neyi çok istesem olmuyor. Çok istememeye karar verdim. Öylesine istemem gerekiyor belki de. Laf  gelişinde, gidişinde. 
Çünkü hep öyle istediklerim, aklımın bir köşesinden bir ara geçirdiklerim sürpriz bir şekilde oluveriyor.
Ya çok istediklerim? Onlar nereye gidiyor? Evren mi yutuyor?

Neticede çok istememe kanaatine vardım bu gece de. -Her gece bir kanaat. -
Bakalım çokistersenolurgiller'den değilim artık. 
Evrene fazla enerji yollamak yakıyormuş zaten dileği.
Yanmasın dileklerim,
Ki gerçekleşebilsinler.

19 Eylül 2013 Perşembe

Deliye vurdum.

Deliliğe vurdum bir de.
Kimsenin harcı değil konuşma isteğiyle ölüp biterken saatlerce susmak. Gerçi konuşmak istesem de tam anlamıyla deliliğe vurmuş olurum da. Kendi kendime hani. Bir sonraki aşama o. 
Şimdilik deliliğim yazarak. Buraya, oraya, başka yere. 
Ve kafamın içindekiyle uzun uzun sohbetlerim var bir de. Bak onu çok seviyorum. Herkes sussa da, tık çıkmasa da o durmuyor. Konuştukça konuşuyor. 
Ya da benim bünye dışa vuramayınca konuşmaları içte o şekilde patlatıyor.
Ama iyi, o da susarsa fena.
Hem bu zamanlarda herkes biraz deliye vuruyor'muş. Var böyle bir kaç insan daha. Ama iyilerdir,iyi.
Deliler zaten iyilerdir ki. Ya da deli ruhlular. 
Hepimiz biraz öyleyiz sanırım. Öyle olmayanlar? Ne sıkıcı. Felaket.

Sessizlik. Ama öyle bir sessizlik ki.
Ben mesela bayılırım sessizliğe.
Lakin bu sessizlik bana bile fazla bazen. Çok fazla. 
Pencereyi hafif aralayıp dışarıyı dinliyorum, 
Şükür, diyorum. Sesler oradalar hala.
Ama bazı günler var, gri günler. Yağmur patlayacak belli ama patlamıyor da. Herkesler evinde. Ve biraz da serin ortalık, çocuklarını çıkarmıyor analar.
İşte o günlerin sessizliği korkutucu. 
Bugün de onlardandı. Ama akşam saatlerinde batmadan önce güneş gösterdi yüzünü.
Sevdim onu,tekrardan. Sıkıntımı aldı biraz. Görmesem belki akşamım daha kötü geçicekti. Bilmiyorum.
Daha kötü geçmedi. Sevdim akşamı da. Sesliydi çünkü. Şuanki gibi değildi.
Sonra kanaat getirdim ben bir kaç şeye daha. 
Büyüdük, yetiştik ya sonuçta.

He bir de,
'Arkadaşlar iyidir.' 
Hep iyi olmuşlardır benim için.
İyiki'dir.

Bu akşamlık yeterince vurdum deliliğe. Vursalar keşke diğerleri de gerginlikten patlamadan hani.

Ve biz artık çok iyi biliyoruz ki herşeyin başı sinir, stres.
Yapma.
Yapma!

18 Eylül 2013 Çarşamba

Hani gözlerim gördükçe hayallerim olacaktı? diye sormuş şarkıyı yazan insan kişisi. 

Hani?

Sonrası umutsuzluk sanırım.
İnsana bahşedilmiş bir illetse umutsuzluk denilen, yaşayalım gitsin, derim ben.
Onu da yaşayalım, 
Ki yaşamak için en uygun ülkede, en uygun coğrafyadayız.

Ama sorun dozu işte. İyi ayarlamak lazım. Yoksa bünye patlama derecesine gelebilir. 
Benimki mesela, gelmişti birkaç kez.

Lafı yine şarkı sözünü yazan insan kişisine getirirsem, kim demişse yalan demiş abiye. Çünkü gözler ebediyete kadar görmeye devam etse de hayaller bir yerde sekteye uğruyor. Uğrar.
23 lerde belki değil ama 35'den sonra mesela uğrayabilir. Ya da 60'mda ne hayalim olacak benim?
O işler öyle olmuyor işte, gözler gördükçe hayallerimiz de olmuyor. 
İnanırsan buna, sonrası umutsuzluk çukuru işte.
Hani hani diyerekten dolaşırsın ortalıkta.
Dolaşırız.
O yüzden çok da inanmamalıyım ben de hep hayallerimin olacağına.
İnanmasam iyi olur heralde.
Bırakıcam zaten o işleri,
Valla.

Neyse,
Biz dertliyiz bu aralar.




16 Eylül 2013 Pazartesi

Bazen çok ses fetişistiyim.

... 'Yine mavi deniz, yine korkulu düş, sevmek yine ,
Oralarda bir yerde, büyür karanlığım, alabildiğine .

Al git mavilerini al git, ben bu denizi batıracağım ,
Ama yok, sularım aydınlanır belki dur gitme!'

...

Bir şarkıyı üst üstüne yüz kere dinleyebilirim bazen. Hele ki bir'sem,
Tek sesse odamı dolduran.
Alışırım o sese, yoldaş ederim kendime. Sıkılmam, hiç hiç sıkılmam.
O hep söylesin, sözleri de dönsün dolaşsın koca kafamda istediği yere, derim.
Ses lazım olur çünkü bana bazen. Sevebileceğim bir ses. 
Hep o lazım olmuştur zaten.

Bulurum işte bazı gecelerde,
Sonrası da iyilik güzellik.


Çok yaşasın Hüsnü Amca.

Başa sardım bir seneyi bu gece yarısı. Yani sarmaya karar verdim. KPSS kitaplarımı aldım önüme, not ıvır zıvırlarımı.. Ve başladım her zamanki gibi Orta Asya'dan. 
Sonra sesler belirmeye başladı kafamda. Her cümlede, her kelimede sesler. Onları dinledim biraz.
Aynı dedim herşey. Aynılar daha ne kadar tekrarlar kendini?

Gözümde canlandı koskoca mazi, derim hep dalga geçerek. Ama bazı zamanlarda gerçekten de canlanır, tüm ayrıntısıyla hem de. İskitlerde, Orta Asya türklerinde, göçlerin sebeplerinde.
Ve lanet okuma kısımların gelir ardından. Unutmadığıma ve tekrar etmek zorunda olma durumuma lanet ederim.

İşte,
Başa sardım bugün, son'un tüm bilinmezliğini önüme koyup. 
BAŞLADIM.


13 Eylül 2013 Cuma

Fesüphanallah

Evet, ben yazmayı çok sevdim efendim. Bir de okutmayı, okumayı. 
İlk önce yazmayı sevdim ama, bir şeyler çizmeyle başladı okul öncesinde, sonra anlam kazandı çiziklerim. 
Daha sonraları okutmalara başladım okumaya değil. Ne bulursam okuttum birilerine. Anneme masallar, dedeme haberler okuttum. Hayran oldum sonra onlara, okumalarına.
Günün birinde ben de okuyacaktım, hayran bırakacaktım birilerini. Belki de gururlandıracaktım çabucak okuyarak, o kırmızı kurdelaları ilk takanlardan olacaktım. Yanılmamıştım o zamanlarda da hislerimde. Bazı hislerimde yanılmazdım. Sevıdim okutmayı ve ne çok okumayı.

Daha sonraları Hababam Sınıfı'nı sevdim ben, Mahmut Hoca'yı, hınzır öğrencilerini.
Mahmut Hoca'nın kazık kadar adamlara bir şeyler kazandırabilme çabasını.. Ben yine hayran olmuştum. Bazen o aptal kutusundaki karakterlere hayran olur(d)um.
'Okul her yerdir' demişti bir filminde hoca. Yaşamayı, mücadele etmeyi öğrendiğin her yer..

Hatırlatayım efendim:


Tekrar tekrar izledim o filmleri, replikleri ezbere aldım. Hayranlığımı sürdürdüm. Sonra peşi sıra gelişim dönemlerime uygun olarak diğer okul-sınıf-öğretmen-öğrenci konulu filmleri, dizileri sevdim. Onları anlatan kitapları okudum hep.
Büyüyünce ne olacaksın sorusuna cevabım hazırdı artık: 'Öğretmen' derdim düşünmeden. Senelerce demeye devam ettim. 
Ve evet, sonunda oldum.(teoride)
İzliyorum o filmleri hala, aynı hayranlıkla. 
Ama bir şeyler eksik. 
Uygulama. Mesleğimi yaşama. Yaşatma.
Eksik bıraktırıyor sistem. Sürekli değiştiriyor, daha da zorlaştırıyor herşeyi. 'Bekle' diyor 3 sene, 5 sene ya da 10 sene.
İşimiz beklemek.
Bekleyelim o vakit. Bekleriz. Biraz daha.

Beklerken gülebilmem için bu da.
Bize de bir gün kader güler, güler inşallah. :)








12 Eylül 2013 Perşembe

Lanet.

Lanetli bazı tarihler, günler, kişiler.
O lanetli tarihlerden biri işte 12 Eylül 1980. 

Günlerden yine 12 Eylül oldu yıl da 2013,
Gün yine lanetli mi?
Malesef.

33 yıl geçmiş, ya da geçmemiş mi sahi.?
http://www.radikal.com.tr/turkiye/hatayda_ahmet_atakan_eylemine_mudahale-1150395

Ve lanet.
Unutmuyoruz biz ressam amca.
O kuşak unutamadı, sonraki kuşaklara da unutturtmadı.



11 Eylül 2013 Çarşamba

Bir kaç gündür fazla Tanju Okan kokuyor bu şehir. Şarkıları, tınısı, boşvermişliği, denizi, mehtabı, şarabı. 
Henüz Tanju amca kadar boşvermesem de severim onun havasını, arada bir uğrasın isterim ve uğrar. 
Belki 23 erken şöyle 35' de mi acaba? derim sonra,
Ama uğruyor işte şimdiden, sevdiğimdendir diyorum, sevdiğimden.

O havanın anlık uğramaları oluyor dedim ya bana. Yine bir uğradığında tesadüf bu ya 'deniz ve mehtap' diyor Tanju amca. Denizimde mehtabımda karşımdayken.
Onca gürültü ve kalabalık arasından duyuyorum, sesi arıyor gözlerim,
Sonra görüyorum ki minik bir tekneden geliyor ses. İçim rahatlıyor, ordan gelmedi zaten diyorum. Müşteri çekmeye çalışan dandirik mekanlardan değil.. Seviniyorum.


İnsanlar kendi dertlerindeyken ben kendimi dinliyorum. Ama aynı zamanda başkalarını da dinlermiş gibi yapıyorum. Zor iş, aferin kız, diyorum kendime. Bravoo.

Aklıma geliyor sonra bir şairin demek istedikleri; 'gerçek dünyadan ziyade düşlerinde yaşayan insanlar'.
Öyleyim zaman zaman diyorum, hak veriyorum, söyleşiyorum kafamda dakikalarca. Sorularla irkiliyorum sonra.
Ah gerçeklik.

Başka bir farketme anı yaşıyorum sonra, peşi sıra gelen şarkılar susmuş.. Gürültü kalmış geriye. Gezegenin o aptal sesleri. 
Ve muhabbetlere kulak veriyorum,
Sonra eşlik eden herşeye..
Gerçekte muhteşem olmasa bile kafamda yaşıyorum muhteşemliği, diyorum.
Müsterih oluyorum.
Bir müddet.



9 Eylül 2013 Pazartesi

'Zaten muhitimden uzak duruşumun, vahşiliğimin bir sebebi de kitaplarda tanıştığım ve benimsediğim insanları muhitimde bulamayışım değil miydi?' diye düşünürdü Raif Efendi.
O da bulamamıştı çoğumuz gibi. 
Ve belki de bulduklarının kıymetini bilememişti hepimiz gibi.
Yine de ah Raif Efendi...

7 Eylül 2013 Cumartesi

Cumartesi.

Lanet olası cumartesiler. Neden böyleler ki, neden böyle olmak zorundalar? Suçu bir de pazar'a yıkarlar hep, ama o cumartesi gibi değildir ki. Hiç olmamıştır.

Cumartesinin kasveti çok başkadır bende, diğer günlere benzemez. Ne pazar sıkıntılarına ne de pazartesi sendromlarına. Başka bir sinir bozuculuğu var, hiç tarif edemediğim. Belirsizlik günü ilan ettiğim kafam da.. Ne olduğu belli değil, hem haftasonunu müjdeleyen hem de haftasonunun bitmesine de bir o kadar yakın olan.

Sevmiyorum cumartesileri işte, hiç de sevemedim sanırım düşününce.
Ve ben sevmeyince de sevmem. Zaten cumartesi de bana bayılmıyor neticede.
Bayılmasın da.

Ama:
Yahudiler için kutsal, anneler için temizlik, pazarcılar için iş, bazılarımız için devrim, bazı analar için umut, kimi çocuklar için oyun, kimi zamanlarda da yağmur günü. Anlamları çeşitli,aslında her gün gibi.
Ben sevmiyorum, lakin insanlara ifade ettiği anlamları seviyorum. Onlar..
Güzeller.

Bide günün şarkısı var, bu.

Gülme! incinirim, der FD amca.

4 Eylül 2013 Çarşamba

Koşturmaca.

Ne çok koşuyoruz hayatta. Onlardan olmasam bile herkes neden koşuyor? Nereye koşuyor?
Ortalama 60 sene diyorum ya,
Kaza, bela, musibet, hastalık olmazsa o da. 
Ve çevremdekilerin çoğu yolun ya yarısında ya son çeyreğinde. 
Sarsmak istiyorum herkesi, kendilerine getirmek.
Ama faydasız, koşmaya konsantre olmuş millet.
Koşuyorlar, hem de deli gibi koşuyorlar. 
Korkuyorum koşmalarından, acelelerinden.
Bakıyorum sonra hepsine, yılların yorgunluğu birikmiş gözlerinde. Koşmana sebep yok, dinlen, diyorum.
Sesimi duyuramıyorum.
Öyle anlarım var benim, bağırdığım halde sesimi duyuramadığım, derdimi anlatamadığım.

Belki bende bazen koşuyorum, ama çoğu zaman değil. Biliyorum ben kendimi, koşmayı sevmediğimi. Acelem olmuyor, olsa bile ciddi anlamda bir acele olmuyor belki de bu.
Otobüsüm kaçıcaksa kaçıyor, nasılsa yenisi gelecek diyorum.
Pişman oluyorum sonra koşmadığıma ama geçiyor pişmanlıklarım da. 
Koşmalı mıyım? diye soruyorum sonra sürekli. Dinginliğim yetmedi mi.?
Sonra bakıyorum ki benim koşacak bir yerim yokki, sebebim de yok. 
Bir zamanlar belki vardı, ama şimdi yok. 
O yüzden koşmuyorum.
Ve korkuyorum. 
Bunca koşuşturan insan,
Bitecek bir gün koşturmaya sebep neyse, tamamen bitecek. Belki de sen koştururken gerçekleşecek bu. Birden, aniden.
Koştururken yanından geçip gittiklerin, yaşayamadıkların, hızdan göremediklerin, aceleden umursamadıkların kalacak geriye.
Olanlar olduktan sonra umrunda olmayacak belki bunlar ama geride kalanlar?

O yüzden koşarken bir durup soluklanmalı insan, biraz sohbet etmeli, sevmeli,
Kızmalı belki olan bitene, öfkelenmeli.
Bir bardak soğuk bişeyler içmeli harareti alması için, ya da bir fincan demli çay yorgunluk giderici..
Sonra isterse tekrardan koşmalı.
Ama artık birşeylerin farkına vararak yapmalı bunu. 
Kendine önemsemeli ademoğlu. Ve dünyasını.

O işler öyle olmuyor abiler.

Basit yaşayacaksın derdi şair. Bir başkası da ciddiye alacaksın yaşamayı.. 
Biz beceremedik. 
Ne basit yaşayabildik ne de çok ciddiye alabildik. 

O işler öyle olmuyor abiler. 
Basit yaşanmıyor çünkü hayat problem yaratmada usta.
Bir problemden kurtulunca hooop yenisini sunuyor önümüze, buyur, diyor.
Ama ben problem çözmeyi sevmem, hiç sevmedim, diyorum. Aldırmıyor.
Bazen zamanı geliyor ciddiye alayım birşeyleri diyorum, öyle de olmuyor.
Ciddi bir hayat hiç çekilmiyor çünkü. 
Ciddiyeti hiç sevmedim, sevmem de, diyorum.
Bakıyorum, yine aldıran olmuyor tabi.

Sonra hayat diyorum ya, önüne sunduklarıyla yetin işte.
Düşünme, eleştirme, kafanı yorma.
O hiç olmuyor, yaradılışıma aykırı geliyor.
Tıss.

Sonra yine zorlandığımın farkına varıyorum. Bazı zamanlar çok farkına varıyorum işte. Rahatsız ediyor.
Domino taşı gibi mi desem ya da bir yapboz mu,
Bir şeyler yoluna girmeyince, bütün sorunlu gibi geliyor. Ve bir şeyler yoluna girse her şey yoluna girecekmiş hissi kaplıyor bedenimi.

Yeni mezun bir kızın kafası belki de bu şekilde işliyor. 
Her yeni mezun başkalaşıyor bence mezuniyetten sonraki süre zarfında.
Hayat ya pek zor geliyor bazılarına, bazılarına da oh be dedirtiyor.
Bana daha öyle nidalar attırmadı, ama canı sağolsun.
Şimdilik off'lamalarla yetiniyorum ben.
Bir de çevreden de vah vah'lar işitiyorum işte.
Duyma yetimden o anlarda nefret ediyorum. Ve vah vah'ları kendine sakla diyemiyorum.
Diyemediklerim için de kendimden nefret ettiğim çok oluyor.

Sonra hayatın parçalarını düşünüyorum, ne garip parçaları var,diyorum.
Hani olmasalar da olur bazıları.
Hatta olmasalar hayatım daha güzel olurmuş gibi.
Ama işte iyisi, kötüsü, sevgisi, nefreti, acısı hepsi bir parçası bütünün.
Ben bütün oluşturulurken atmak isterdim bazılarını, keşke atabilme şansım olsaydı,diyorum sonra.
Lakin atamıyoruz, kimse atamamış.

Diyorum ki sonra,
Üstad Nietzsche 'yazgını sev' demiş mesela. Belki de en iyisi o'dur.
Tarkan'da 'gülümse kaderine' . 

O zaman kulak asalım mı dediklerine.?
Söz dinleyelim mi zaman zaman he?



3 Eylül 2013 Salı

Bir çocuk vardı eskilerde. Adı Zeze.

Zeze'ydi adı. Net hatırlamıyorum ama sarışındı diye kalmış aklımda. Ve hayalperest. Hem de çok.
Aslında her çocuk gibiydi hayalgücü. Çocuksuydu, büyüklerin anlayamayacağı cinstendi ve derdi zaten büyüklere anlatmak falan da değildi hayallerini.
Ama deli  gibi de merak ederdi büyükleri, sorular sorardı sık sık.
Anlardı bazen de anlamazdı.
Önceleri çocuktu, sonra biraz büyüdü, sonra da genç oldu. Deli fişekti.

Çocukluk hallerini severdim ben en çok çünkü ben de çocuktum.
O da çocuk kalsın isterdim, büyümesin.
Ama sonra gördüm ki çocukluğu değişmedi, hayalgücü aynı kaldı. Öldürmemişti çünkü onu.
Yalnızlığı da hep onunlaydı ama, o da bir yere gitmemişti.
Üzülürdüm yalnızlığına ve anlaşılmazlığına.
Hatta ağlatırdı da bazen.
Çocuk yürekleri ağlatabilmek?
Kolaydı Zeze'ye, çocuktuk çünkü hepimiz.
Ağlardık birbirimize.



Şaşardı mesela içinden şarkı söylemeyi bilmeyenlere. Üzülürdü kendince.
Yavaş yavaş büyüyen insan unutuyordu bunu ya da içindeki o çocuğu erken öldürenler.
Farkındaydı oğlumuz da.





Ve hayatı dramdı çocuğun. Bir çocuğa göre fazla derdi vardı ama ne güzel de başa çıkardı.
İmrenirdim, o zamanlar derdim olmadığı halde.
O kadar derdim olsaydı, derdim ve saydırırdım felaket senaryolarımı.
Sonra büyümüşte küçülmüş arkadaşlarım vardı benim, insana çekemeyeceği derdi vermezmiş yukarıdaki, derlerdi.
Sen hiç çekemezsin ki ondan dertsizsin, diye eklerlerdi.
Haklı bulurdum onları, nasıl çekeyim,derdim. İyi böyle.
Büyüdükçe gelecekti nasılsa onlar, benim de dertlerim kırılan oyuncaklarım, annemin izletmediği filmler olsundu.



Acıyı öğrendi sonra çocuk. Gerçek acıyı, en gerçeğini hem de.
Dedim ya çocuk yüreğine fazlaydı ama hayat ya bu bazen çocuk dinlemezdi.
Hatta şimdi biliyoruz ki çoğu zaman dinlemez.
Ama çocuk, desen de aldırmaz.
Acımasızdır.
Hayat o çocuğa acımazdı ve biz çocuk aklımızla yine gerçek acıyı düşünür üzülürdük. Ağlardık belki de tekrardan.
Bazı şeyleri düşünmesi bile acı verirdi çünkü.


Sonraları acıların nasıl iyileşeceğini öğrenecekti çocuk.
Uyuyalım diyeceklerdi ona, uyuyunca geçer.
Yaş ne olursa olsun tutan bir yöntemdi bu.
Uyumak..

Ufaklığımdan beri en sevdiğim ilacım, dermanım.
Uyu derdi babam da, uyuyunca geçecek.
Uyurdum ben de, zor olmazdı. Hiç zor olmadı bana.

Söz dinledim bazı zamanlar uyudum ölürcesine, hem de çok uyudum.
Dedikleri gibi geçerdi biraz. En azından zaman geçerdi ve asıl ilaç aslında o değil miydi?


Çocuktum ve içinde çocuk yaşamı anlatılanları okurdum, kendimle özdeşleştirecek bir şeyler arardım çünkü.
Yazılanlar gibi değildi hayatım.
Ve ben o roman kahramanları kadar güçlü ve cesur da değildim.
Ama imrenirdim işte. Yerlerine kendimi koyar koyar deli acılar çekerdim.
Amacımı anlamamışımdır hiç. Kazık kadar olsam da birilerinin yerlerine koyarım ben kendimi.
Ya ben olsaydım, derim.
Zeze'yi de öyle düşünür, içimde hissederdim.
Yüreğinde bir kurbağa taşırdı o, ben de isterdim.
Yaratamazdım.


























Zeze.
Ufaklık anı'larıdır bana.
Ve anı olur daha ufaklara.

Umarım.