27 Mart 2014 Perşembe

Perşembe

...
Panzehirini bilir de kullanmaya meyletmezdi bir türlü. Nedendir bilinmezdi. Bünyesinde gezinip duran, kafasını uyurken uyanıkken bilfiil işgal eden o zehrin müptelası olmuştu besbelli. Ondandı o halleri.

Yazıp anlatmaları, sonra da ne güzel anlaşılmaları oluyordu halbuki. Ama o anlaşılamamaktan korkmuştu bir kaç kez. O yüzden yazıp anlatma kısmında kalıyordu. Kendi zehrini içine akıtıyordu durmaksızın. 
Zehir miydi sahi o? Öyle demek hoşuna gitmedi birden. Neden zehir olsundu hem? Başka türlü tarifleri mümkündü, çok da anlaşılır türden olmasada.

Hem sızlansa da biçare bazen anlaşılır, neticesinde de çokça mesud olurdu. Huzur bulurdu içi, aydınlanırdı. Severdi öyle hallerini.
Ve kelimeleri düşünürdü sonra, cümleleri... Sadece harf topluluğu değildi onlar, olamazdı. Alelade dizilişleri içinde pek çok duyguyu, hissi barındırırdı. Ve onları herkes anlayamazdı işte. Bazı seçilmişler vardı, kelimelerin, cümlelerin ruhundan anlayanlar, anlatmak istediklerini derininde hissedenler. Şanslıydı onlar, çok şanslılardı.
...

Sisli geçen bir günü geride bırakmış, yeni günü selamlamıştı daha yeni. 
Bir belirsiz günü.
Muhtemelen gri başlayacak bir günü.
Kafasında aynı şeyleri döndürüp duracağı bir günü selamlamıştı işte.
Güzel şeyler umuyor, bekliyordu yeni gününden.
İnsan bazen güzel şeyler beklerdi günlerden.
Gelecek o günlerden...

Ve beklerdi penceresinden dışarıyı izleyerek. Düşünerek. Hatırlayarak. Hayal ederek...
Beklemenin tahammül edilebilir yanlarını bulmaya zorlardı tıpkı o çok bekleyen insanlar gibi. Onlardan oluyordu işte yavaş yavaş.
Ya da olmuştu bile.

Gün, perşembeyi buluyor, geçiriyor, geçirecekti hevesle. 
Gün' ler öylesini severdi, delice.
Perşembe de öyle.
...

22 Mart 2014 Cumartesi

Bir Trenli Hikaye

...
1998 senesi olmalıydı. Mevsimlerden de kış.
İlk şehirler arası yolculuğunu yapacaktı minik kız. Epey minikti, evet. Minikkende minik olanlardandı o. İlk şehirler arası yolculuğuydu ve de ilk tren yolculuğu. Ortalama 7-8 saat yol gideceklerdi ve kız bilemiyordu o kadar saat ne yapacağını. Kesin çok canı sıkılacaktı. Hazırladığı minik çantasına bir hikaye kitabı attı. Yolda okuyup bitirecekti, kesin biterdi. 

Günün sabahında midesinde tuhaf bir ağrıyla uyanmıştı, heyecanından kaynaklıydı ama kız o zamanlar bunu henüz bilmiyordu. Tren garına gittiklerinde çok kalabalık olduğunu gördü. Bayram arifesi olmasındandı büyük ihtimalle, herkes o aile gibi düşünmüş kısa bayram tatilini şehir dışında değerlendirmek istemişti besbelli. 
Tren geldi.
Babası apar topar kaldırdı kucakladı çocukları trene atladı yer bulabilmek için. İçi çok doluydu, ayrı ayrı yerlerde bir kaç yer anca bulabilmişti. Minik kız ile kardeşini otutturdu babası, çaprazına da annesi ile kendi oturdu. Göz önündeydiler. Çocuklar, anne-babasını, diğerleri de çocukları pek ala görüyor, isteklere koşuluyordu anında.
İlk tren yolculuğu eğlenceli geçecek gibiydi. 

Kardeşiyle müzik dinleyerek ve piknik havasında geçiyordu yolculuk. Arada kitabını açıp okumaya çalışıyor ama heveslenemiyordu bir türlü. Trenden dışarı bakıyordu kardeşler, hızla gelip geçen evlere, ovalara, ağaçlara, çiçeklere, insanlara, garlara bakıyorlardı. Ve her garın ismini yüksek sesle ailesine ulaştırıyorlardı. Oyun haline getirmişlerdi bunu. Eğleniyorlardı. Arada uyudu küçükler, uyandılar. Ama zaman geçmiyordu, daha çok vardı. 

Tren garına yaklaşırken yine dışarı izliyordu minik kız, bu sefer uzun molaydı bekleyecekti tren biraz. Gelip geçenlere, koşturanlara bakıyordu hala, ve derken birisi ilişti gözüne. Oturuyordu tek başına ve etrafı izliyordu. Kocaman bir abiydi bu. Uzun siyah bir mantosu, beyaz kumaş atkısı vardı boynunda. Ayağında da postalları. Sarı saçları, kaşları...
Daldı minik kız o abiye, utandı sonra kafasını eğdi önüne. Ama durup durup bakmak istiyordu o yöne, onun olduğu yöne. 

Mola bitti. Büyük ve hızlı adamlarla genç adam trene yaklaştı, elinde ufak bir çantası vardı. İçeri girdi ve kızın tam karşısında boşalan yere oturdu. Vagona girip havalı gelişi bir kaç kişinin daha dikkatini çekmişti, genç adamdan yöneydi bakışlar artık. Minik kız daha da utandı istemsiz. Dışarı bakmaya çalışıyor, gözleri yine karşıya kayıyor, sonra kendini yine genç adamı izlerken buluyor, tekrar utanıyordu. Genç adam da dışarı izliyordu ama sadece dışarı izliyordu o. Kafası sabitti. Ve dalgın gibiydi de aynı zamanda. İfadesiz bir suratı vardı. Kız utanmayı geçmiş izliyordu artık genç adamı, inceliyordu. 
Genç adam çantasından kalınca bir kitap çıkardı. Üzerinde okuyamadığı yabancı bir yazar ismi ve büyük harflerle 'Suç ve Ceza' yazıyordu. Çok kalın bir kitaptı, minik kız daha önce bu kadar kalın kitap okuyan birini görmemişti. O genç adama duyduğu ilgi daha da artmıştı bu sayede. Ağzını kıpırdatmadan nasıl da güzel okuduğunu izliyordu. İmreniyordu ardı sıra. Çünkü kendisi kitap okurken hala ağzını kıpırdatıyor, gözle okumayı çok sıkıcı buluyordu. Öğretmeni tarafından sık sık uyarılıyordu, ama zaten sınıftaki herkes de sık sık uyarılıyordu bu konuda. O yüzden eksiklik ya da yanlışlık olarak görmüyordu. Ama genç adamı öyle gözleriyle ne de güzel okuduğunu görünce utandı kendinden birden. 
İzlemeye devam ediyordu hala, ve çaktırmamaya da çalışıyordu ailesine. Biraz zorlanıyordu bu konuda. 
Bir ara göz göze geldi genç adamla, hemen çevirdi kafasını çocukça bir edayla...

Minik kız biraz büyümüş gibi hissediyordu ama hala aynıydı. 8 Yaşında.
O da çantasından hikaye kitabını çıkardı gözleriyle okumaya başladı. Böylece izlemeyecekti karşısını ve utanmasına da gerek kalmayacaktı. Hem yolda kitabı bitiririm demişti kendi kendine. Bitirecekti.
Okuyordu durmaksızın, sayfaları çevirirken karşısına bakıyor ve bu hoşuna gidiyordu. Her sayfa çevirişinde gördüğü suret daha da güzelleşiyordu sanki. Daha sık, daha çok görmek için çabuk çabuk okumaya başladı. Okurken bir yandan da genç adamın elindeki o kitabı merak ediyordu, ne anlatıyor, neyden bahsediyordu? İndiğinde mutlaka büyük ablalarına soracak öğrenecekti.

Kitabını okumaya devam ediyordu. Heyecanlanmıştı, hikayeye tam anlamıyla girmişti artık. En sürükleyici kısmında sayfanın yaprağını çevirirken genç adamın toparlanıp arkasını döndüğünü gördü, kitabı bıraktı kucağına. Arkasından bakarken, genç adam beyaz atkısını düzeltmeye çalışıyordu. Vagondan çıktı, sonra da trenden... 
İndi ve uzaklaştı... 
Bekleyeni yoktu o garda. Hızlı adımlarla yürüyüşünü, gidişini izledi minik kız. 
Garın ismine bakmalıydı, bir süredir okumamıştı geçtiği yerleri.
Kuyucak idi bu yer.
Aklına kazıdı...

Hikaye kitabının çok az bir kısmı kalmıştı. Belki de okumamalıydı. Canı sıkılmıştı çünkü pek de anlayamadığı bir nedenden.
Sonra kendi kendine, okurum, dediği aklına geldi. Az da kalmıştı zaten.
Okudu biraz daha.
Bitirmişti,
Yolunu,
Yolculuğunu.

Hikayesini,
Bitirmişti.
...

20 Mart 2014 Perşembe

Kim gelmiş ki?

Bir süredir görmezden geliyordu. Gözüne epeyce girmeye çalışan güneşi, maviliğiyle göz dolduran göğü, penceren odasına kokusunu salan erik ağacının çiçeklerini, ikişerli uçan kelebekleri, tuhaf sesli kuşları... Hepsini görmezden geliyordu. Ara ara dikkatini çekiyorlardı, evet. Hatta epey dikkatini çekiyorlardı, üstüne üstlük dağıtıyorlardı da. Ancak o görmezden gelmek istiyordu. Gözünün önündeki takvim ilerliyor, Mart'ı bitirmeye çalışıyordu hızla, amma ve lakin görmezden geliyordu işte o. Pencereden dolan ılık havayı da hissetmiyormuş gibi yapıyor, depresyon hırkasını çıkarmak istemiyordu.
Görmezden geliyordu sadece, görmezden.

Bir ara bir iş için balkona çıktığında yeşilin kokusunu hissetti epeyce, ılıklık doldu içine. Ama aldırmak istemiyordu. İstememeliydi. Bahara kanmamalıydı, diğer baharlara kandığı gibi.
Bu sefer değildi.
Gün devrilmeye yüz tutarken yine kalın perdelerini kapatmalı, çabucak akşam yapmalıydı kendine. Günden güne daha da zorlaşıyordu fakat yapmalıydı.

Bahar gelmişti memleketine,
Bahçesine, uzaktaki dağlara, ovalara, Kordon'a...
Hem de çok güzel gelmişti.
Ama bahar onlara ve o'nun dışındaki diğerlerine gelmişti işte.
O'na değil.

Hem bahar yalancının tekiydi zaten, artık biliyordu. Kanılması çok kolay olan bir yalancıydı üstelik. Kılıfını mükemmel hazırlayanlardan.
Gelirse gelsindi.
O, içeriden biraz izler, sonra oyalanırdı elbet sorularıyla, cevaplarıyla, şiir ve roman kahramanları ile oyalanırdı. Bulurdu her zamanki gibi pek ala oyalanacak şeyler.

Zaten milletin bahar dediği neydi ki,
Hoplayan zıplayan eklem bacaklılar, uçan pis canlılar, uyanan diğer herşey...
Mahmur mahmurdu işte her gördüğü, sevilesi değildi.
Sevmemeliydi.
Beklemeliydi bu bahar, daha güzel baharları.
Evet. Yapabileceği yegane mantıklı hareket bu olacaktı muhakkak.

Lakin buna inanmak, inanabilmek meseleydi yine.
....
https://www.youtube.com/watch?v=Mwy-ZxbKoms

19 Mart 2014 Çarşamba

Kafein

Yer vardı bir adet, bir de ideal yerler.
Düş vardı bir adet ve tabi daha idealleri.
Korkusu vardı bir kaç adet, ötesini de umuyordu, büyürdü korkuları zamanla.
Bir tuhaf his vardı bir de geçmek gitmek bilmeyen. Endişeyle, korkuyla yoğrulmuş, hiçlikte savrulan, ama bünyede an an hissedilen, bazen yoğun bazen de hafif hafif, isimsiz bir his. Bazı zamanlar çok aldırıyordu o hisse, üzerinde saatlerce düşünüyor, bazen de düşünecek daha az rahatsız edici şeyler buluyordu. 
Zamanını düşünmeye adıyor, bol bol düşünüyordu. Sonuca ulaşamadan, bazen sadece 'zaman' doldurmak için düşünüyor ve gerçekten de dolduruyordu doldurmak istediği zamanları. Başkasını beceremiyor, sıkılıyordu. En güzel zamanlarını durarak, boş boş bekleyerek, düşünerek ve kafasını göğe kaldırarak geçiyordu. Fonunda bir şarkı da varsa dünyanın o an son bulmasını isterdi. Erse her şey nihayete, o an sorun olmazdı onun için, öyle anlar idealdi sonlara.
Sonra gerçekler dürtüyordu bir köşede, gıdıklayarak sıçratıyordu bedenini. Düşleri de kalıyordu olduğu yerde. Bulacağı şekilde durdururdu.
Zaten gerçeklik hep böyle yapar, hiç ederdi her şeyi.

Gerçekliğe dalardı sonra, aptalca. Yorulur, kafa yorardı epeyce. Gerçeklik içine çekerdi, en içine hem de. Çok sıkılırdı işte öyle zamanlarda, bu kadar boş bir gerçeklikten nefret eder ama mecbur olduğunu da bilirdi. Çabaları, tüm uğraşları aptal gerçeklikler içindi işte. Yapmak istediklerini yapamıyor, sonraya erteliyordu. Sonrası muhakkaktı ya tabi(!) , ertelesindi.
Sıyrılmak gerekirdi ama beceremezdi. Belki bir zaman sonra gerçekliğe o kadar aldırış etmezdi ya da gerçeklikleri bu kadar sıkıcı ve boğucu olmazdı. İhtimalleri vardı gerçekliğe dair de böyle. Ya..... diye bekliyordu. Ya...

Ütopya değildi ki hiç bir istediği, olamazdı. Sadece bir kaç dönüm noktası vardı kendi gerçekliğine dair, ulaşmak istediği o yerlere dair, düşlerine dair, kurtulmak istediği korkularına dair...
Ondandı tahammülü.
Ya da zaman zaman nükseden tahammülsüzlüğü ondandı.

Gerçekliklerini rafa kaldırmıştı işte yine, istediği- sevdiği o dünyadaydı. 
Duruyordu sadece.
Gecenin hareketi ve sesinin nedeni parmakları ve o adamın sesiydi sadece.
Gözlerini kapadığında karşılaştığı vardı bir de, bekliyordu o da yerli yerinde.
Kafasında dönüp duran diğer ideal durumlar vardı.
Varlardı.

... Gerçek ve düş dünyalarından ayrı rüyaları vardı bir de, bambaşka hissettiren o diyarı. Aslen oradaydı tüm gizli kalmış mutlulukları, korkuları, pişmanlıkları, keşkeleri, ah'ları, kızgınlıkları, huzuru...  herşeyi o diyardaydı. Özünde ne olduğunu en iyi orası biliyordu.
En iyi orası hatırlatıyordu kendisine, kendisini.

Belki de bu kadar kafein almamalıydı, fazlasının zararını görüyor olabilirdi.
Muhtemeldi.
Neydi, ne olmuştu ki zaten?
Ne oluyordu?
Boşvermeliydi.
Uyumalıydı sadece. Çok uyumalıydı.
Geçmesi için uyunurdu, uyumuştu hep.

Zaten;

https://www.youtube.com/watch?v=opi4V7ytnas

16 Mart 2014 Pazar

Hatır

Bir zamanlar, yine bu vakitlerde, soğuk bir kış akşamı yazmıştı;
'Ama insan korktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar.' diye.
İlk cümlesiydi bu. Nedendir bilinmez.
Bir zamanlar kaçmış gibiydi bir şeylerden,
Ve özellikle bu cümleyi birden hatırlıyorsa hala daha kaçıyor gibiydi de bir şeylerden.
...

Neden kaçıyordu? 
Aslında hiçbir şeyden gibi geliyordu, bazen de her şeyden kaçarcasına uzaklaştığını biliyordu. Değişiyordu işte zaman zaman, çok değişiyordu hali tavrı. 
Özü bilemiyordu genelde.
Özünde kaçmak mı vardı? Kaçmalarını eleştirmek mi? Yoksa 'yok saymak' mı, kabul etmemek mi?
Karışıktı kafası yine.
Çok şey hatırlıyordu bu gece, bir sürü şey.

Bir şiir dizesini hatırlamıştı mesela diğer hatırladıklarının yanı sıra,
O şiir dizesi ki uzun zamanlar önce dahil olmuştu hayatına ancak dizelerin daha dahil edecekleri vardı. Kendi dahil olacak peşi sıra gelecekti bazı şeyler. Ve yeni yeni fark ediyordu ki dahil olmuştu o bazı şeyler de. Hatta sıkılmışlardı bile dahil olmaktan. Çıkıp, çekip gitmişlerdi. Şiiri kalmıştı öncesinde bir yerinde.
Öyleydi işte. Geç farkına varmaları, büsbütün şaşırmaları vardı. Ve bu şaşırmaları hep kendine oluyordu. Sonrasındaki çok kızışları, küsüşleri de kendine oluyordu.
Hep kendine.

Ve denize kıyısı olan insanları başka sevdiğini düşündü tüm hatırladıklarıyla alakasız olarak, belki de dinlettiği şarkı böyle hissettirmişti,
Gün boyu kafasında dönüp duran o şarkı.
Bazı şarkılar nasıl zamansız bitiveriyorsa, sürmüyorsa sonsuza değin,bazıları da dönüp duruyordu içinde günlerce, haftalarca, aylarca... Sürüyordu.

Ama o şarkı zamansız bitmemeliydi. Ve başlamamalıydı da ortasından, ya da duyulmamalıydı ötelerden bir yerden. 
Baştan dinlemek gerekirdi şarkıları, en baştan.
Dinleyecekti elbet.
Söyleyecekti de sonra.
Evet evet. Zamanı gelince hem şarkı dinliyor hem de şarkı söylüyor olarak bulacaktı kendisini. İşte o zaman yine hatırlatacaktı kendine şiirleri, dizeleri, şarkı isteğini, şarkılarını hatırlatacaktı.
Hatırlar mıydı?

Hatırlayacak mıydı?
...
http://www.youtube.com/watch?v=2IgNCFWbKTc

14 Mart 2014 Cuma

Sakın

'Tutunamayanlar' demişti geçenlerde, genellik de 'Atanamayanlar' derdi. Bir şeyler yapamıyordu besbelli. Belliydi.

Çok anlatmak istiyor, çabucak da vazgeçiyordu o isteğinden mesela. 
Sayfalar dolusu yazarım diyor, gerçekten de yazıyordu bazen de. Küçük puntolarla bir oturuşta yirmi sayfa yazıp gün sonunda rahat uyku çekmişti misal geçenlerde. Huzur dolmuştu.
Sadece yazmış, ne kimseye okutmuş ne de tekrar açıp okumuştu. Yazmış ve saklamıştı bir klasöre. 
Öylesi en güzeli oluyordu, soru soran, eleştiren ve yarıştıran olmuyordu. Öylesini seviyordu.
Ama bazen ihtiyaç duyuyordu sese. Sonra birden sesler doluyordu kulağına o çok istediği anda, istediği sesler.
İstek zamanı bazı zamanlarda tutturuyordu zamanlamayı, alıp götürüyordu poyrazlı havayı.
Sonra bir durup kuşkulanıyordu poyrazdan, yoksa o mu götürüyordu kilometreler ötesine sıkıntısını. O mu fısıldıyordu kulaklara...
Belki.
Poyraz yapıyordu öyle zaman zaman, mutlu ediyordu onu.
Lakin lodos...
O öyle değildi, o sadece hatırlatmayı bilirdi. Çok derinlerden hatırlatmayı. Onu iyi becerirdi.
Ilıklığı hissettirir, yağmur da getiriyorsa canlandırırdı gözde maziyi, günleri....
Ama onun da o huylarını severdi işte. Poyraza göre naif, daha dokunaklı, daha sakince taraflarını.

Ve evet, bugün yine lodosu tutmuş, poyrazı soğuktu o şarkıdaki gibi,
Ama, 'Sakın gelme' ye dili varamazdı hala.
Varmazdı.
Varmasındı.
Sakın.
...

11 Mart 2014 Salı

Ah çocuk! Ah...

Yorgun uyanılan günlerin tekrarı sanmıştı bu günü de. Öncelikli olarak kitaplarını mı açsa önüne yoksa haberlere mi baksa kararsızlığı yaşarken oyalandı bir süre, çok süre bir şey yapamadı. Uyku tatlıydı, çok tatlı. Belki de geri yatmalıydı. Ama yatmadı, haberleri okuyup uykusunu açmayı planlıyordu.
Öyle de oldu.
Uykusu öyle bir açılmıştı ki...
Ve beraberinde müthiş bir acı hissetti. Daha önce nadir rastladığı şekilden.
Çocuk ölmüştü. Kardeş ölmüştü. Berkin ölmüştü.
Öldürmüşlerdi.
...

Direncini kutlarken içten içe, aydan aya, her şeye rağmen 'uyanacak' derken uyanamamıştı, olmamıştı. Okudu tüm haberleri, öncesinde yapılan röportajları, blogları, twitleri okudu tekrar tekrar.
Hastane önünde yaşananları, Berkin'in annesinin feryatlarını okudu.
Okudukça acıdı, acıdıkça daha da arttı.
Nasıl oluyordu?
Nasıl nasıl nasıl?
...
Daha önce birbirini tanımayan belki de hiç tanımayacak olan insanlar ortak acıda birleşiyorlardı. 'Ortak acı' ne demekti? Ortak yaşanabilecek onca duygu varken o insanlar neden ortak bir acıyı yaşıyordu? Neden yaşıyorduk? Niçin?
Acı dolmuştuk, acı taşıyorduk. Acı taşıyordu ortalık.

Uyku sonrası gözlerinin şişliği inmemişti bu sabah, muhtemelen inmeyecekti de.
Tek başına acısını yaşayamadığından ve sinirden- öfkeden de çatladığından yazmak zorundaydı yine. Daha önce de yazmıştı Berkin'e, yine yazacaktı. 
Çocuklar çocuk kaldıkça bu coğrafyada yazılacaktı.
Büyümeyen çocuklar oldukça yazılacaktı.
Yazılanlar da kalacaktı işte kalanlarla birlikte.
Kalan onca iğrençlikle kalacak, kalan onca pislikle, kalan onca vicdanı yoksunla kalacaktı belki ama kalacaktı yazılanlar. 

Bu sabah kardeşi yaşında Berkin, kardeş Berkin, çocuk Berkin gitmişti.
Sonsuzluğa.
Geriye bu sabah uyananlarda büyük bir utanç bırakmıştı,
Ve acı, ve öfke, ve...
Ama gittiği o yerde gülüyordu muhakkak, ekmeklerini götürmüş gülüyordu...

Adalet ise, bu dünyaya ait değildi değil mi?


Fosforlu

Bir şey yazmak istemese bile kafasından 'bugün birşey yazmamalıyım belki de' geçiyor, yine de yazma'yı düşünüyordu. Genellikle böyle oluyordu. Düşünmek istemediği ne varsa aslında en çok onları düşünmemeyi istiyor ve mütemadiyen düşünüyordu.
Geçmişi değil geleceği düşünmek istiyordu mesela. Bugün geçmişe dair uzun dinlemeler sonrası öylesine heves etmişti açıkçası. Kendinden eminsiz.
Yorgun kafasını koydu yastığa, gözleri de kapanmak istiyordu şiddetle. Daha önceki zamanlarda çok da dikkat etmediği bir şey çekti dikkatini küçük odasında. Onu ilk çocukluğuna götüren küçük bir ayrıntıydı, çok da göz önünde olmayan. Sadece karanlıkta ve yukarı baktığında görebileceği...
*Fosforlu yıldızları.*

Hatırlıyordu dün gibi o günü. Kardeşiyle televizyonda görmüş, istemişlerdi. Sürpriz yapmış, bulmuş, almıştı annesi de. Duyduğu sevinç de daha dün gibi, sahiciliği unutulmayacak cinstendi.
Almış, ve yapıştırmıştı tam da yataklarının orta kısmına, kardeşlerin tam ortasına, odanın tavanına. 
Küçüklük yıllarından itibaren uyku sorunu olan küçük kızlara erken uyusunlar diye bir yöntemdi belki. Kızlar yıldızların fosforuna kanacak, sonra yorulup uyuyacaktı. Ve öyle de olurdu genelde.Hatırlıyordu yıldızlarına dalıp, uyuyakaldığı o çocukluğunu...
Kendine seçtiği, tepesine düşüp düşüp duran, ama çocuk yöntemleriyle odasına sonsuza dek sabitlediği o büyük maviyi hatırlıyordu.
...

Ve seneler sonra işte, o yıldızlar uyutmuyordu kızı. İşlevini kaybetmişti belli ki.
Fosforlu yıldızlara bakarak neden uyusundu, üstelik o yılları böylesine net hatırlatan yorgun kafasını uyutmayanlar dururken öylece.
Çocukluğu tam tepesindeydi işte.
Sevinci.
Umudu.
Hayalleri parlıyordu gece karanlığında  tavandan.


Bilmişti önceden, biliyordu hala.
Yıldızlar bir ''şaka'' değildi ona.
Hiç olmamıştı.

Zifiri karanlıkta korkularına, uykusuzluğuna derman olmuştu bir zamanlar, şimdilerde de yoldaş oluyordu.

Fosforlusu ya da penceresinin dışındaki binlercesi.
Parlıyordu içine. Derinine.
...

10 Mart 2014 Pazartesi

Birdenbire

Bazı konularda hemfikirdi bazı güzel abilerle. Şöyle ki, o abiler 'yazmazsak çıldıracaktım' derlerken aslında yazarken çıldırdıklarının farkına varmışlardı bir zaman geldiğinde. 
O da düşündükçe ona kanaat getirmiş, olur vermişti. 
-Yazarak çıldırmak-

Yazmasalardı çok mu kendilerinde kalırlardı bilinmez, böylesi bir çıldırmaktan memnunlardı esasen. Aslında daha rahatlardı, içlerinde patlamıyordu fırtınaları. Patlasa da uzun sürmüyor, sürse de yazarak etkisi azaltılıyordu işte.
Doz her zaman fazlaydı ya zehirliyordu usulca, önemli olan panzehirdi her zamanki gibi. O da bulunuyordu genellikle. Bazı bulunamayanların aksine.
Hem de birdenbire oluyor, bulunuyordu.
Birdenbire.

Rüyalarının panzeri olsa, diye düşündü. Yoktu. Görüyordu güzel güzel, sonra uyanıyor ilk işi etrafta not aramak oluyordu mesela. Rüyalar ile gerçeklerin ayırt edilemediği bir kafa yapısı mevcuttu. 
Ahir ömründe oluyordu zaman zaman böyle, sevmiyordu böyleleri. 
Fark olmalıydı ve fark vardı da rüyaları ile gerçekleri arasında.
İnce bir nüans, çok da kendini belli etmeyen.
Vardı işte.
Onu  göremiyor, anlamıyor, gün boyu 'acaba mı?' diye düşünüyordu bir yandan da. Kişinin kendinden emin olamaması bu ruh haline tuz biber oluyordu, sanki tuzu biberi eksikmiş gibi.

Esasen, birdenbire olmasa bazı şeyler bu kadar da rahatsız etmezdi belki alışkanlığına kapılmış bünyeleri. Birdenbire olması acıydı.
Birdenbire bir rüya,
Birdenbire yağmur,
Sonrasındaki gökkuşağı,
Ve diğer her şey işte...

            ''Yollar, kırlar, kediler,
                      İnsanlar.
                   Birdenbire.''                                                                ''Gökyüzü birdenbire oldu
                                                                                                               Mavi birdenbire.''

http://www.youtube.com/watch?v=DcBcihD1PKI

9 Mart 2014 Pazar

Tren

...
Aslında 'Tutunamayanları' hiç okumamıştı bütünüyle şöyle bir oturup, okumak istememişti. Herhangi bir Oğuz Atay kitabını da okumamıştı ki. Ama seviyordu adamı, takdir ediyordu. Kaleminden çıkanları ezbere biliyor, bölüm bölüm okudukları üzerine günlerce düşünüyor, yoruyordu kendini zaman zaman.
Bazen öyle olurdu. Çok bilmeden severdi, çok tanımadan, çok okumadan, çok ... 

Misal şöyle şeyler çıkmıştı beyefendinin bir zamanlar kaleminden: 
( Bunlar ki nasıl etkilemez, nasıl üzerinde düşünülmez, nasıl kafa karıştırmazdı tamamı, satır araları, kelimeleri...?
Nasıl olur da başka başka zamanlarda, başka başka insanlar, başka başka hallerde böylesine ortak düşünür, 'duygulara tercüman olma' durumu nasıl bu kadar da sahici olabilirdi?
Nasıl? )

''... Fakat, allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. Bir yandan da hiç konuşmak istemiyor...'' 

***

''... Beni bir gün unutacaksan, bir gün bırakıp gideceksen boşuna yorma derdi, boş yere mağaramdan çıkarma beni. Alışkanlıklarımı, özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna.''

***

''... İyi şeyler birdenbire olur; bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar ya da hiçbir şey çıkmaz.'' 

Fazla melankolikti belki,
Ya da fazla umutsuz.
Parça parça okuduğu adamı öyle görüyor, yine de seviyordu bu hallerini. Hep sevmişti öyle halleri.
Tamamen okusa, bitirse belki de şimdiki gibi sevmezdi onu. Sevememekten korkardı esasen.
Böyle seviyordu işte.
Biraz biraz. Azar azar. Parça parça...

Ve tutunmaya çalışıyordu belki de onun aksine, tutunamayan diğerlerinin aksine, hepsinin aksine. Güzel bir şeyler çıkar, diye umut ediyordu. Bazı zamanlar.

Gece şarkısı da, ne zaman gitti tren? diye soruyordu bir yandan. 
Tren...
Gelmiş miydi?
http://www.youtube.com/watch?v=bCAoW_gMMjo

7 Mart 2014 Cuma

Homurtu

Boğuyorlar beni. Esasen hepimizi. Fark etmiyor musun azizim? Sen boğulmuyor musun?
Tam kendi kendine gülebilmeyi öğrenirken, alışırken kendine, birden bozmuyorlar mı senin de düzenini? Karıştırmıyorlar mı dünyanı? Hem de gayet legal şekilde karşılaşmıyor musun bunlarla?
Mesela merak ediyorum ben, nasıl dayanıyor insanlar olanlara? O seslere? O söylemelere?O televizyon kanallarına nasıl tahammül ediyorlar? Bazı suratları hala nasıl görebiliyor, nasıl dinleyebiliyorlar?
Nasıl boğulmuyorlar hala? 
Yoksa boğuluyorlar da çaktırmıyorlar mı her zamanki gibi?
Belki azizim. Belki.

***

Soruları bir yana bırakmak istiyor bazı zamanlarda. Ve bırakıyor da. Sıfırlıyor kafasını bütünüyle. Keyfi yerine geliyor, gülüyor hatta. Kendisi de inanamıyor ama, şarkı bile söylüyor bazı anlarda. İçinden değil hem de, sesli. Muhitinden geçenler 'hayırdır?' diyor. Tuhaf karşılanıyor. Ama oluyor bunlar zaman zaman. Lakin tez bozuluyor asabı. Birden.
Bozuyorlar.
Söyleniyor sonra, uçsuz bucaksız söyleniyor. Bu sefer içinden yapıyor.
Şarkı mırıldanmaları içinden, kızmaları içinden, sinirleri içinden, söyleyip isteyip de söyleyemediği her şey içinde dile gelmeye başlıyor.
Ve müthiş bir gürültü, bir güruh...
Başlıyor soruları tekrardan. Tüm müdahalelere rağmen eksik kalmıyor sorular, eksik bırakmıyorlar kendilerini.
Soru olmak istiyor bazı anlarda. Rahatsız etmek. Uyutmamak. Kemirmek.
O soru olmak istedikçe, sorular doluyor kafasına.
Rahatsız oluyor.
Uyumuyor.
Kemiriliyor.

Ağrıtıyorlar ruhunu. Ruhumuzu.
...

6 Mart 2014 Perşembe

Yine 'toz'

...
Bazı ihtiyaçları oluyordu insanoğlunun. Pek ala doğal ve tuhaf ihtiyaçları. 
Onun en tuhaf ihtiyacı, o an geldiğinde ağlayabilmeydi. Evet, zaman zaman şiddetle istiyordu bunu. Özellikle grip arifesinde, soğuk algınlığı yaşadığında, bademcikleri şiştiğinde en çok da migreni azdığında.
Ve buna fiziken bir ihtiyaç duymasının yanı sıra ruhen istemeleri de son senelerde artmıştı.
Ruhu ağlamak istiyordu azizim. Sık sık. Tuhaftı.
Belki yaş ile alakalıydı. Geçip giden zaman ile.
Ya da ne alakası vardı.
Zırvalıktı hepsi.
Hem zaten özünde 'ağlamak' olan bir insanın zamanla, yaşla çok da alakası olmaması gerekirdi. Olamazdı.
... 
 Annesi anlatırdı zaman zaman onun bebekliğini, aslında çoğu zaman anlatırdı bebekliğe ve çocukluğa dair anıları. Çok ağlamayan, kendi halinde bir bebek olduğunu uzun zamanlardan bu yana dile getirirdi bıkmadan usanmadan. Ağlama nedenlerinin oldukça naif nedenler olduğunu biliyordu, anlatılanlardan.
Bebekken ve çocukken sadece annesi ağlıyor diye ağlayan o minik, yolda üzgün bir at gördüğünde ağlayan bir yetişkine dönüşmüştü. Nedenleri kendine göre hala naifti. Esasen de saçmalığın dik alası.
Yaşamının her evresinde kendisine ağlayabilecek nedenler bulması takdire şayandı ama.
Ve dediği gibi, insan ağlayabilen bir canlıysa ağlamalıydı da. 
Bir filme, 
Bir şarkıya,
Bir mektuba,
Bir anıya,
Bir fotoğrafa bakarak pek ala ağlayabilirdi. Birden, aniden.
Sonrası derin bir huzurdu, bir süre sonra illaki bozulacak bir huzur. Ama değerdi.
İçte biriken, acıtan, sızlatan ne varsa gözyaşlarıyla dışarı atılıyor, kendini bunaltmaktan kaç bin ton olan kafa artık hafifliyordu. Kuş gibi.

Evet, ihtiyaçtı. Giderilmesi en kolay ihtiyaçlardan biriydi hem de 'o' söz konusu.

Ve esasen azizim, toz'daydı tüm mesele.
Göze kaçan o tozda.
Kaçması gereken o tozda,
Hep kaçacak olan o tozda.
Lazım olan o ...

http://www.youtube.com/watch?v=j5aPiHRJyP4

3 Mart 2014 Pazartesi

Belli belirsiz

...
Herkese acelesinin ne olduğunu sorardı. Nereye koştuklarını bir de.
Kendinin farkında değildi herhalde. Onun da bir acelesi var gibiydi. Bir yere koşmuyordu belki ama acele ediyordu genel anlamda. Es geçiyor belki de pas diyordu çoğu şeye.
Neden suskunluk oyunu oynuyordu mesela? Neden somurtuyordu ölümüne? O ağzını neden açmıyor, kafasını neden kaldırmıyordu?
Bu soruları hep başkalarına sormuş, cevap alamamıştı çoğu zaman. Aldığı cevaplardan da tatmin olmazdı zaten.
Herkese kızarken böyle böyle, kendini koymuştu bir köşeye. En ağır cezayı kendine saklıyordu belki de. Bilmiyordu kendiyle henüz ne yapacağını.
İzliyordu çevresini, en çok da kendisini.
Dipteydi, acele ediyordu çıkmaya.
Korkuyordu, çok korkuyordu. Acelesinin sonucunda daha dibe batabilirdi.
İhtimaller...
Ve kaygıları.

Evet, koşmuyordu ama gizli bir acelesi vardı herkesten sakladığı ve kendine bile itiraf edemediği. 
Belirsizlik hastalığına yakalanmıştı, belki ondandı tüm halleri. Kendi canını en çok kendisi sıkıyor, bu yüzden nefret ediyordu kendinden.
Yine en iyisi koşan insanları izlemek, onlara acımaktı.
Kendisine de başkaları acırdı elbet.
Acıyorlardı muhakkak.
Belli etmiyorlardı.
İşin sırrı belli etmemekteydi esasen.
Özünde herkes sahtekar, yalancı, düzenbaz, sinirli, kızgın, öfkeli ve kötüydü...
Lakin belli etmiyorlardı. Belli etmiyorduk.

Acelemiz ise bizi sona daha da yaklaştıracaktı ve o sonda pişmanlık karşılarsa kişiyi muhakkak ki belli edecekti pişmanlık hallerini.
İntihar ya da infilak edecekti tüm hayalleri.
Vahimdi her son biraz.

Bizler ise biraz mutlu sonlar kurardık sadece gecelerde. 
İşte ondandı acelesi, diğerlerinin de koşuşturması.
Sadece o'ndan.
...
http://www.youtube.com/watch?v=OM23I69dsCI

2 Mart 2014 Pazar

An

Yazı bitirdi. Daha yeni, kışı devirdi. Aslında çoğu yerde aslen devrilmedi. Teoride geldi 'bahar.'
Günler geçti, aylar, mevsimler geçti.
Bazı şeyler geçip giderken onlarla birlikte, sabit kaldı bazıları. Hatta bazıları arttı.
Engel olunamadı azizim.
Olamazdı.

Yorgun ve fazla düşünceli kafası Yaşar Kurt dinleyebiliyordu sadece. Ama nedensiz içinden bir şiirin dizeleri geçiyordu. Geçenlerde o şiirin şarkı hallerini dinlemişti, bir kaç versiyonunu. Ama üstüne farklı çok şarkı dinlemiş, film izlemiş, dışarı çıkmış sözde kafasını dağıtmıştı. Lakin içinde dönüp duran o şiir dizelerini buharlaştıramıyordu. Seviyordu çünkü o şiiri, çok seviyordu.
Apansız gelmişti aklına bu şiir, ve gitmek bilmiyordu.
Apansız geldi diye sızlandığı ve gitmesini beklediği çoğu duygu, çoğu his gibiydi.

Okudu biraz. Biraz değil çok.
Yavaş yavaş okudu, sözcük sözcük. Hece hece hatta.
...

'' Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil bu anılacak şey değil
Apansız geliyor aklıma.

Nerdeyse gün doğacaktı,
Herkes gibi kalkacaktınız.
Belki daha uykunuz da vardi,
Geceniz geliyor aklıma.

Sevdiğim çiçek adları gibi
Sevdiğim sokak adları gibi
Bütün sevdiklerimin adları gibi
Adınız geliyor aklıma.

Rahat döşeklerin utanması bundan,
Öpüşürken o dalgınlık bundan,
Tel örgünün deliğinde buluşan,
Parmaklarınız geliyor aklıma.

Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm,
Kahramanlıklar okudum tarihte.
Çağımıza yakışan vakur, sade...
Davranışınız geliyor aklıma.

Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil.
Değil, unutulur şey değil...
Çaresiz geliyor aklıma. ''



Kulağında hala o ses vardı.
Kelimeler, cümleler uçuşuyordu bir de kafasında, loş bir ışıkta.

Seni öldün sandım ruhum. Biliyor musun?

http://www.youtube.com/watch?v=mGulMLEzDNo

1 Mart 2014 Cumartesi

Bir his

...
Giden, herhangi biri olabilir.
Bir sevdicek, bir kardeş, bir dost... Hepsinin hissettirdiği özünde aynıdır.
Berbat bir kalmışlık hissi. Hem de böyle tam ortada, dımdızlak, salak gibi bir kalmışlık hissi.
Bu his yoğun alışmışlıktan olabilir, veyahut bambaşka diğer hislerden...

Onun hissettiği kalmışlık hissi bir gitmenin nihayeti değil,bir çok gitmenin, gitmelere benzettiği duyguların birleşimiydi. Tarifi zordu, kendi kendine açıklamaya çalışırken bile ruhu sıkılıyordu. Sımsıkı. Nefes aldırmıyordu.
Kalmıştı sadece, öylece.
Gitmelerini düşünürdü öyle zamanlarda, geride bıraktıklarını...
O kalanlar böyle mi hissetmişti o zamanlarda?
Muhtemelen hayır.
Ona göre kimse bu denli boş bir kalmışlık hissedemezdi. Bencilceydi belki ama öyleydi de aynı zamanda, kafasında en tastiklediklerindendi bu sorunun cevabı.

İyi mi kötü mü henüz kestiremediği ise kalabalıklar içerisinde böylesine kalmasıydı. Çözemiyordu. İyiyse ne kadar iyiydi, kötüyse bunun neresi kötüydü.
Kalmışlık başlı başına bir zehirken kalabalıkta ya da yapayalnız kalmak fark eder miydi?
Grilik örtüyordu tüm sorularını.
Böyle günlerde kendine böylesine sorular sormamalıydı belki de. 
Kalmışsa yine, kalmanın hakkını vermeliydi.
Ama ilk iş olarak nasıl verildiğini çözmeliydi.
Bazı sorularının çözüm çabasının kocaman bir yorgunluk olduğunu bile bile yapmalıydı bunu.
Kalanların zamanı boldu...

http://www.youtube.com/watch?v=opi4V7ytnas