30 Kasım 2014 Pazar

Günlerin devamı

...
Korkuyorum koşmaktan.
Koşarken kör olmaktan.
Görmemekten, görememekten korkuyorum.

Ve şaşıyorum hem olanca inancıyla koşup hem de görmeye devam edenlere.
İmreniyorum.
Hiç mi hiç yorulmayıp ya da yorulmalara aldanmayıp hala daha ses verenlere.

İzliyorum suratları, bıkmışlıkları, bitmişlikleri, yakında bitecekleri izliyorum.
Hiçliği görüyorum her simada, boşvermişliği.

Dinliyorum seslerini, uğultularını, dedikodularını, serzenişlerini, sızlanmalarını... Anlamlı bulmuyorum hiçbirini. 

**

Ve koşmuyorum hala. Koşamıyorum.
Hiçliğe koşmayı ahmakça buluyorum. Koşanları da.
Bir ömrü maraton haline getirenleri de. Hiç yorulmayanları, yorulmak bilmeyenleri de. 
Üç yüz elli yıl yaşayacakmışcasına plan program yapanları, hayal kuranları da.
Hiç derdi tasası olmayanları bir de. 
Ahmakça buluyorum. 
Ama devam da ediyorum.
Devam etmeye. 
Olanca gürültü ile, söylenme ile, karanlık ile. 
Kasvetle.
.
http://www.youtube.com/watch?v=KymiRzMcF_Q

15 Kasım 2014 Cumartesi

Günlerin tarihi

...
Bazı tarihlerim oldu. Güzel, çirkin, önemli, öylesine tarihler. 
Kimilerini hiç unutmadım bıraktım bir köşede, kimi silindi gitti elimde olmadan.

Bazı milatlarım oldu, belli dönemleri başlatan. 
Kimisi karanlık bir devrin öncülüğünü yaparken kimi bir fener gibi aydınlatmaya başladı günlerimi. İşte bende o tarihler hiç silinmedi. Silinemedi.

Bazı günler, şaşırttılar beni, daha önce öylesine hiç şaşırtmadıkları kadar. Vakti gelmişti belki de şaşırmanın, şaşırdım. O günleri de yazdım.

Başladım bazı unutmadığım günlerde, bitirdim kimilerinde de.
Bu bazen bir yaz akşamı oldu, bazen sonbahar ortası, bazen kış ayazı, bazen de nisan sonu. Günler karışsa da zamanla, mevsimler hiç karışmadı hafızamda.

Mesela, bir unutulmaz dönemim, sonbahar ortasında başlamıştı. Seneler sonrasına kalacak bir dönem. O sebepten sonbaharlarından nefret edemedim ben diğerleri gibi. Ne kadar sıksa da içimi, bir yerde sürpriz gizli olduğunu bildim, umut ettim içimde kalan tükenmek üzere olan zerre bir hevesle. 
Ve, pişman olmadım bu yaptığımdan. 
Sonbaharı sevdiğimden, sevdi o da beni. Belki de sevdirdim zamanla kendimi.

Seneler seneler sonra, yine bir sonbahar ortasında başlayacaktı bir dönem ve sonlanacaktı bir başkası, uzunca süren beklemelerin nihayetinde. 
Bekleyip görülecekti sırasıyla, not edilecek başka başka tarihler karşılanacaktı.
Artık perde açılmıştı.
...
.

13 Kasım 2014 Perşembe

Günlerin dörtlüğü


...
Duyulmasa da sesimiz, istiyoruz. Devam ediyoruz.
Acı bir şey.
Ahmakça.
Ve tatsız.
Yağmurlu bir gün ortası,
Kendini tanıyamayan bir sonbahar gibi.
.

8 Kasım 2014 Cumartesi

Günlerin benzetimi

...
Bir simülasyondu yaşadığım, içinde bulunduğum. Ilıktı ortamı ve tarçın kokuyordu sanki birazcık, sonra da vanilya. Hoş bir turunculuk hakimdi renk olarak da. Kapalı ama ferahtı. Can sıkmıyordu hiç. Aksine huzur doluydu, rahatlatıcı bir tınısı vardı bir de.
Ve ben aşıktım sanırım birisine. O birisi de her zamanki gibi bambaşka,çok başka birisiydi. Benzemiyordu öncekilere. 
Seviyor da gibiydim ama bir rahatsızlık hissetmeye başladım sonrasında. Belli sevmelerimden sonra pörtleyen o rahatsızlık hissi. İşte yine çıkıyordu sinsice. Sıkıştırıyordu kalbimi, canımı sıkıyordu.
Bunlar olurken bir ses, kaynağı belli olmayan ses, belki de kafamın içinden bir ses bana direktifler veriyordu. Derin derin nefes al, olumsuzlukları at, müziği dinle, rengi özümse diyordu. Elini tutmamı istiyordu sadece. Rahatlamamı sonrasında da. 
Bana sevmeyi mi öğretiyordu, aşık olmayı mı yoksa bilemiyordum lakin bir şeyleri düzgün yapmam için yardımcı olmaya çalışıyordu. Bu sefer başarabilmem için.
Bir aşk simülasyonu muydu? Sevgi mi? Bilmiyordum.
Simülasyonların, gerçekte ulaşması mümkün olmayan ya da zahmetli olan durumlarda kullanılan bir benzetim tekniği olduğunu düşünüyordum bir yandan da. Aşk öyle mi? Sevgi? diye sorup durdum kendime.
Öyleydi herhalde. Benim için pek mümkün olmayabilirdi ya da ben beceremiyor olabilirdim o işleri. O sebepten lüzum görmüştüm kendime bir simülasyonla öğrenmeye.
Ve şaka gibi. Öğreniyordum da. Sıkkınlığım yavaş yavaş geçiyordu. Belirginleşiyordu kokular, renkler, hissediyordum ortamın okşayıcı ılıklığını. Güveniyordum ve inandığımı hissediyordum giderek, artarak. Ve o yüzü seviyordum, hem de çok.
Günler, aylar, yıllar geçiyordu.
Başarmış olabilirdim bu sefer. O kaynağı belli olmayan ses, yine başlamıştı bir şeyler anlatmaya belki de öğretmeye her zamanki gibi. Dikkatle dinliyordum, hiçbir şeyi dikkatle dinlemediğim kadar. 
Sonra yoğun kuş sesleri duymaya başladım, fazlalardı. Ve muhtemelen bir kaç farklı türün sesiydi bu. Hoştu.
Sakın sen kuşlara uyma, diyordum bir yandan da, oldukça anlamsızca. Dinlemeye dalmışken tam da, bir ürperti hissettim aniden. Bir ışık aldı gözümü.
Sesler, kesildi.

Uyandım.
.
http://www.youtube.com/watch?v=9LYh6dIGhwU


7 Kasım 2014 Cuma

Günlerin sonucu

...
Bir kitaba başlarım sonunu bile bile.
Bir sinema filmine de başlarım sonu apaçık ortada iken.
Sonunun nereye varacağını adım gibi bildiğim dizilere de başlarım.
Ve yine sonu hakkında hiçbir sürprizle karşılaşmayacağım yollara da girerim.
Kararlar alırım sonunu daha önce çok kez yaşamışken.
Engel olamam buna, olmak istemem. Bazı sonunu bildiklerimi yaşaması, hissetmesi, düşünmesi güzeldir çünkü. Onu severim.
O düşüncelerden çıkmış hayalleri, sayfalar dolu yazmaları, an'ları tekrar tekrar yaşamayı.

Ve sonu geldiğinde tüm o şeylerin, bir tuhaf sıkıntı kaplar içimi. 
Sonunu beklerken hissedilen belirsizlik duygusu, sonunda bir kesinliğe dönüşür. Ki kesinlik her açıdan rahatlığın timsali midir?
Çoğu zaman öyledir muhtemelen. Ama ben bilirimki kesinliğin de içinde bir nahoşluk gizlenir. Hemen ortaya çıkmayan, bir süre geçince kendini yavaş yavaş gösteren bir nahoşluk.
Ama yine bilirimki, o nahoşluk geçicidir. Tüm, sona gelerek kesinleşmiş, artık düşünülmeyen, zamana, geçmişe karışan şeyler gibi.

Bir daha anlarım bazı kesinliklerin sonucunda aslında senelerdir değişmediğimi, bu kafayla değişemeyeceğimi. 
Canımı sıksa da bu durum, gülüp geçerim kendime. Yaşamımın bütünü o kesinlikler, kimi belirsizliklerdir işte.
Kesinlikler insanı bir durup sersemletse de, belirsizlikler bir boyu boyu sürer, aklının bir köşesini bir ömür boyu meşgul eder, bilirim.
Bir şeylere sıkıştırdığın anılarda ortaya çıkar, duyduğun, kokladığın, benzettiğin her durumda bir belirsizlik anısının aklına gelmesi cehennem değil de nedir?
Ve evet, keşke'lerden daha kötüsü yoktur bana göre şu ahir ömürde, yapmak istenilip yapılamadan geçmişe karışanlardan. 
Kalan keşkelerimdir en güzel rüyalarım da, kabuslarım da.

Tüm bu kesinlik, belirsizlik, keşkeler çıkmazında da bir güzel doğa kanunu gelir hatırıma bir şairin dizelerinden; 'Sen elmayı seviyorsun diye, elmanın da seni sevmesi şart mı?' şeklinde.
Ki, ben elmayı hiç sevmem. Elma da beni muhtemelen.
Ama durum böyledir, biri birisini sever, o birisi de başka birisini sever lakin sevdiği birisi de kendi sevdiği birisinde kalmıştır. Böyledir en şiddetli hissedilenler, tarifsiz denilenler.
Ademoğlu, onu en çok seveni görmez; en çok sevdiği de ademoğluna aldırmaz o kanun gereğince.
Ve bu, çok da sıkıntı yaratmaz kimi hasta ruhlular için. Çünkü onlar sevgiliden çok sevmeyi sevmiştir. 

Velhasıl kelam ben de bilirim, Tahir'liğin de, Zühre'liğin de ayıp olmadığını.
Bilirim belirsizliğin de keşkelerin de sevdaya dahil olduğunu.
Bilirim mutlu sonların çok çok sayılı gönderildiğini ve sana, bana düşmeyeceğini.
.
.

5 Kasım 2014 Çarşamba

Günlerin kaybetmişleri


...

''... Unutmanın acısı, ayrılığın acısından farklı. Ayrılık hüzne yakın, unutmak kasvete. Yani birini er geç unutmaya mahkum olduğunu bilmenin kasvetinden bahsediyorum. Birini yavaş yavaş unuttuğunun bilincine vardığın anların sıkıntısından bahsediyorum. O kişinin parça parça silinip alakasız hatıraların arasına karışmasından bahsediyorum. Belkide neden bahsettiğimi bilmiyorum, sadece üzülüyorum, vasıfsız keder.''

Günler sana hiçbir şey getirmiyorsa güzel kitaplar getiriyor, çok güzel adamların kalemlerinden, yüreklerinden çıkmış kitaplar. 
Hiç güleceğinin olmadığı o buhran vakitlerinde içten kahkahalar attırabiliyor sana ve devamında şaşırtıyor. En son ne zaman içten güldüğünü ve en son ne zaman yazılmış satırlara, sayfalar dolusuna, öykülere böylesi içten gülebildiğini sorgulatıyor. Zaman zaman dolduruyor gözlerini, yabancısı olmadığın kasvetli ruh haline döndürüyor. Dengesizliğine yoldaş oluyor.
Kaybeden oğlan çocuklarının, ergenlerin hikayeleri çekiyor seni içine, en derinine. Bir kaç önemli yerden yakalıyor çünkü seni. 
Çocukluğundan ve tüm o kaybetmelerinden.

Ve bir kez daha farkına vardırıyor.
Esas ihtiyaç duyulan; bazen sadece okumak, yazmalarından biraz önce ve az sonra çok ama çok okumak.
Okuyarak soyutlanmak kafanın içindekilerden, bünyeni sarsıp duran sızılardan.
Vasıfsız kederinden okuyarak kurtulmak.
Erken kaybedenlerle o bağı kurarak görünmez içten selamını yollamak.
Tarçınlı çayını, tüm kaybedenlere, okuduğun kaybetmişlere benzettiklerine kaldırmak...

Ve cümlelerin ile aralarına tekrar tekrar katılmak.
.

Günlerin terapisi

...
Güzel rüyaların güzel fon müzikleri olduğuna inanmışımdır ben, inanmadığım onca şeye inat.
Benim hep öyle olmuştur çünkü, en sevdiğimi görürken rüyamda en sevdiğimi de dinlemişimdir alttan alttan. İşte öyle zamanların, bilinçaltımın keyfimi yerine getirmek için kurguladığı anlar olduğuna da inanmışımdır.
Şarkı ' Belki son sabahtır belki de bahardır' derken durumu özet geçer mesela bana usulca. Belirsizliğimi, ne olduğunun karmaşasını, nerelere varacağını...
Uykudan gözümü açar açmaz şarkı daha yüksek sesle çalmaya başlar. 'Başka bir karanlık, istemem ki artık' diye bağırır. İsteklerimizi haykırır benim de yerime. Fikirdaşlığımızı vurgular içtence, karanlığa olan tavrımızı.

Ve rüya...
Haber alınamayan her şeyden haber uçuran, üstelik haberle kalmayıp beklediğini yanı başına getiren bir rüya. Gerçek gibi. Bir gün gibi. Gelecek gibi, kim bilir.
İşte böylesi rüyalar daha da inandırır beni, kandırmaz çünkü. Ütopyaları göstermez şehvetlice.
Sadece, bilir benim moralim bozuk olduğunda ne görmek istediğimi, kimi. Onu gösterir. Kafamı hafifletir.
Güldürür bir de ne güzel, konuşturur saatlerce rüyadakini.
Ve ben bilirim, rüyadan da güzel anlar çok çok azdır benim için. Rüyaların güzelliği bambaşkadır bana göre, çok başkadır. Ve işte böylesi rüyalar o rüyalardandır.
Rüyadan daha güzel olan bir kaç şeyi anlatan bir rüya.
Karanlığı silip süpüren, gün ışığı,gök ışığı dolduran bir rüya.
Seçtiği şarkıdaki mesajları gün boyu düşündürerek bana meşgale bulan bir rüya.

Rüyamın şarkısı bana: ' Her şeyden bir şarkı çıkmaz. Her şarkıdan da çıkılmaz.'  der defalarca ve defalarca.
Çabalamam, o kuvveti bulamam kendime. Ne şarkı çıkarmaya çalışırım bir şeylerden, ne de şarkıdan çıkmaya uğraşırım.
Rüyalarımdan da güzel olanı düşünürüm bu günlük. 
Nasıl olup da rüyalarımın güzelliğini aşabildiğini bir de.
.
http://www.youtube.com/watch?v=JN2PCbpL7DY

4 Kasım 2014 Salı

Günlerin zorlaması

...
Yazmalıyım efenim. Daha çok yazmalıyım. Ve konuşmamalıyım da. Anlatmamalıyım hiçbir kimseye. Ses etmemeliyim.
Yazmalıyım sadece.
Geçmesi için aylarca süren bıkkınlığımın, geçmesi için içimi çürüten sıkılganlığın, geçmesi için baş ağrılarımın, geçmesi için nefretimin, geçmesi için zamanın. Sona yaklaşırken mutsuz ve oldukça umutsuzca, yazmalıyım.
Geçirir mi geçirmez mi düşünmeden, bilmeden yazmalıyım.
Biter mi bitmez mi diye tüm o bulantılar, bitmeden yazmalıyım.
Kelimelerden acımı çıkartana kadar,
Cümlelerden sinirimi atana kadar.
Bitmek bilmeyen, geçmek bilmeyen zamanla yarışır gibi, yazmalıyım.
Yapacak başka hiçbir şey bırakmayanlara inat yazmalıyım.
Beklemelerime derman olur mu, diye düşüncelere dalarak yazmalıyım.

Başkası güç efenim. Başka türlüsü çok güç.
Susmak güç, konuşmak daha da güç.
Tam düzlüğe çıkarım diye beklerken yeni tümseklere takılmak güç.
Bitmek bilmeyen o çukurlara düşmeler, karanlığa saplanmalar her seferinde daha da derine, güç.
Alınan kararlar, girilen yollarda en ufak yaşam belirtisi görememek, güç.
Zamanında doğru kabul edip, emin olduğun her şeyin vakti gelince tepene yıkılması, enkaz altında bırakması seni, güç.
Girdiğin her ortamın, gördüğün her insanın, bildiğin her durumun kokuşmuşluğunu fark etmek ve bir şey yapamamak, güç. Çok güç.

Ve kaybedişleri kabullenmemek efenim. O en güç. Kaybetmelerin farkına varmamak, varmak istememek, öyle sanmamak ya da sanamamak. Tüm kaybetmelerin sarıp sarmalamışken benliğini, nefesini kesiyorken, kalbini çıkarırken belki yerinden çabalamaya devam etmek, son nefesini kaybetmenin uğruna vermek; güç efenim. Fena halde güç.
.

1 Kasım 2014 Cumartesi

Günlerin hissi

...
Yolda yürürken bazı insanları görmezlikten gelmek istediğim zamanlar olur ve mütemadiyen görmezden gelirim. Çoğu zaman ve çoğunlukla temas kurmak istemem sözlü ya da başka türlü, sevmem. Sevmeye değer görmem çok büyük bir kısımını insanların. 
Ama yine yolda yürürken görmemezliğe gelemem kedileri. Her biriyle göz teması kurar, kendimce selam verir geçerim. Tokalaşırım kimiyle de. 
Ve evet efenim, çoğu kediyi değer bulurum sevmeye. 

Bazı zamanlarda da hiçbir şeyi değer bulmam hiçbir şeye. Sadece huzursuzluk, tedirginlik, sıkkınlık hissederim. Bıkmışlık bir de fazlasıyla.
Ne fark eder? derim, sorarım sık sık. Hiçbir şeyin fark etmeyeceğini düşünürüm hiçbir konuda hiçbir hususta.
Teker teker bütün insanlar, hepsi de gereksiz gelir dünya üzerinde. En çok da ben fazlalıkmışım gibi olur.
Öyle zamanlarda, sevemeyişlerimi abarttığımda, sen zaten ne seversin, diye sitem ederler çok alakasızca bana. Bilmezler benim sevme zamanlarımın olduğunu ve zamanım gelmedikçe öyle herşeyi sevemeyeceğimi onlar gibi.
Düşünürüm sonra, her daim sevebilen insanları. Hiç bıkmayanları. Ama kesinlikle imrenmem de. Onlar da sıkıcı gelir çünkü fazlasıyla gözüme.
Dünya öyle sevgilere boğulacak bir yer değil ulan, diye bağırmak isterim. Bağırırım da ara sıra. Bağırıyormuşcasına.
Bazen de çekinmeden sorarım, neşenin bu sevginin kaynağı nereden kardeş? diye. Oracıkta olmuş bitmiş bir somutlukla cevap verir karşımdaki de. Şaşmam ona.
İnsan, bu, derim. 
Böyle işte.

Yaşamak bu mu? adlı malum sorumu yinelerim.
Mutluluğa neden bulabilme çabası. Eline geçenden veya selam verdiğin bir kediden.
?