22 Ekim 2014 Çarşamba

Günlerin isteği

...
Totem yapsam, derdim bazı bazı. Bir gün belirlesem veya bir saat. 'O' zamandan sonrasında herşey bambaşka olsun, istesem. Desem, desem. Sürekli. Değişir mi?

Bir zamanlar bir şeyi çok istediğimde ilahi güce yönelirdim. Sabah ve akşam içimden isteğimi dile getirir, ne gerekiyorsa elimden geldiğince yapardım ilahi güce sempatik görünebilmek için. 
Olmazdı.

Bir şeyler istemeye devam ederken, farklı inançların çizgisine de yöneldim fırsatlar önüme geldikçe. Kiliselerde dilek havuzlarına para attım mesela, azizlerin ruhuna iyi dileklerimi sundum. Etnik bazı mekanların çeşmelerinden sular içtim.

Doğaüstü söylentilere kulak astım kimi zamanlarda da. Falcıları dinledim ciddi ciddi. Şöyle şöyle yaparsan'lara kulak astım çokça. Utanmadan. Zamanımı o kadınların veya tuhaf o adamların dediklerine göre şekillendirdiğim oldu. Sonunda tabi ki bir şey değişmedi. Aptallığımdan başka.

Bir kere de farklı bir şey oldu. 
Hiç bir şey yapmadım. Durdum sadece. İstedim günlerce, haftalarca. Olsun, dedim. Direttim. Kendi kendime istemekten asla vazgeçmedim. 
Ve günler istediğimi getirdi önüme. Çok tuhaf bir şekilde. Secret falan da değildi bence bu. Rastlantıydı besbelli. Ama öylesine dururken gerçekleşmişti işte. Şaşırtmıştı beni daha önce hiç şaşırmadığım kadar. 
Daha sonrasında da ben devam ettim durmaya, hiç bir şey yapmamaya. 
Olacaklar olanlar oluyordu çünkü. Olmayacak olanlar da bir tarafını yırtsan, çıldırsan, delirsen de olmuyordu. Bu kadar saçmaydı her şey. Çok saçma.
Yalandı, iyi şeyler olsun, diye tüm o yapıp etmeler. Yalandı yıldız falları. Yalandı içilen kahvelerde görülenler. Yalandı iyi düşün iyi olsuncuların zırvaladıkları. Yalandı havuza atılan dilekler. Yalandı uçurulan balonlar. Yalandı düşen kirpiğin altta ya da üstte olmasından çıkan anlamlar. Avucumun içindeki çizgiler yalan söylüyordu.
Bir güzel kuşun üstüme pislemesi yalandı.
İskambillerden savrulanlar da.
Dörtbindörtyüzbilmemkaç kere tekrarlananlar da.
Görebilmek için hayırlısını, dileyip uykuya yatmalar da... Daha niceleri işte. Yalandı.
Umudu ayakta tutabilmek içindi belki de tüm bu uydurmalar. Başarılı da olmuşlardı kimilerince, kimileri üzerinde.

Ve bence de, insan ayakta kalabilmek için, umutlarını hala dinç tutabilmek için yanaşıyordu tüm bunlara. Yanaşsınlardı. Bazılarının tek dayanağı bunlardı çünkü.
Onlara dayanak lazımdı. Esasen herkese.
Bir şekilde, dayanmak isteyenlere.
.

21 Ekim 2014 Salı

Günlerin rüyası

...
Mutlu olduğum hatta ilerisinde de mutlu olabileceğimi düşündüğüm zamanlar vardı. Bir zamanlar. 
İşte o zamanlar, zaman zaman rüyalarıma girerler. Hiç aklımda yoklarken, hiç düşünmezken.
Hem de en mutlu olduğum bir kaç anın düpedüz tekrarını yaşatarak, acı çektirmek istercesine süzülürler bilinçaltımdan. 
Ve o rüyalar görülürken uyanmak istemem ben. Asla.
Aralıklarla uyanıp dursam da devam ederim uykuya, aslında rüyaya. Bitmek bilmez o mutluluk anları. Arada depremler olur hatta. Hafiften sallanır şehir. Bünyenin umurunda değildir.
Bu rüyaların etkisi haftalar sürer, aylar belki de. Öldürmezler, aksine... 
Bazısı bir kaç günde geçer gider, bilirim. Ama bazısı da sever yerini, gitmek bilmez.
Bana haftalarca aynı adamdan aynı şarkıları dinletebilir bir rüya.
Sabah akşam aynı filmlerin en vurucu anlarını izletebilir.
Her gün uykuya dalarken aynı rüya devreye girer, benzerlerini gösterir durur.
Normal değildir, bilirim. Ama severim bu halleri. Yapacak daha önemli şeylerim, adapte olmam gereken işlerim olmadığı için, severim.
Zorlarım bazı gecelerde hatta, aynı rüyayı görebilmek için. O rüyayı görmemi ne sağlamışsa, durup düşünür, aynı etkenleri gözden geçiririm. Daha çok dinlerim bazı şarkıları mesela, daha çok düşünürüm o zamanları.
Bir rüya insanı çıldırtabilir bir süre zarfında efenim. Yani çıldırmanın somut sebebidir aslında, ben somut sebepleri de severim. Bellidir işte nedeni, baş ağrısının. Rüyalar derim, geçerim.
Ve şikayet etmem.
Hali hazırda dipteyken, daha fazla rüya görmekte, rüyalarımda görmekte sakınca bulmam. 

Hem o rüyalar tam da böylesi zamanlar içindir zaten, bilirim. 
İzlemeye devam ederim.
.



20 Ekim 2014 Pazartesi

İlklerden bir hikaye

...
Hikaye anlatıyorum. Kimisini uydurup uydurup yazıyorum, kimi gerçeğin ta kendisi oluyor. Bilmiyorlar anlattıklarımın hangisi uydurulmuş hangisi gerçekten olup da bitmiş.
Bildirmiyorum tam anlamıyla. Aslında kimse bildirmiyor, sanıyorum. Ben emin olamadıkça duyduğum hikayelerden, kendi hikayemin kısımlarını değiştiriyor zevkime göre şekillendiriyorum. Kimini de ellemiyorum. Olduğu gibi, acıttığı gibi kalsın istiyorum mazoşist ruh halimi tatmin etsin diye.

Mesela bir ilk hikayesi anlatıyorum:

İlkokulun başları...
Sarı bir oğlanla tanışıyor kız. Gözleri yeşil. Karadenizliyim diye geziniyor ortalıkta, ufak kız pek anlamıyor. Sarıca bir çocuk işte, diyor kendince, ne sevimli. Hem diğerleri gibi yaramaz da değil. Kendine benzetiyor. Hatta kendinden daha hükmedilebilir buluyor onu. Söz dinliyor çünkü ufak oğlan. Teneffüslerde bile kız istemiyorsa çıkmıyor, yapmadığı ödevini yapıyor kızla birlikte. Çünkü kız, öğretmen ona kızsın bağırsın istemiyor. Ona bağırdıklarında kızın gözleri doluyor, sanki kendineymiş gibi hakaretler nefret duyuyor o söylenene.
Seneler geçiyor. Bir, iki,üç... Çocuk ile kız her sene sıra arkadaşı oluyor. Yol arkadaşı bir de. Evleri birbirine yakın olduğundan birlikte gelip, gidiyorlar. 10 dk'lık yürüme mesafesi, el ele okula gidip öyle dönüyorlar evlerine. Senelerce.
Sonra, 5 senenin sonunda sınıflardan beşer, onar öğrenci alıp yeni bir sınıf oluşturulacağını söylüyor öğretmenler. Üzülüyor çocuklar haliyle, ama kız daha çok üzülüyor. Ya da öyle sanıyor. Derken sene sonu yaklaşıyor, sınıfla bir parti planlanıyor ve dans için eşleşmeler oluyor sınıf içinde. Kızla oğlan hemen eşleşiyor birbiriyle. Sözleşiyorlar. Onca sıra arkadaşlığı, yol arkadaşlığı sonunda hatta evcilik oyunlarındaki anne-baba rollerinden sonra dans için bu şekilde çift olmaları sevindiriyor çocuk akıllarını. Heyecanlandırıyor çokça.
Sonlara doğru akarken zaman, bir gün kızın babası görüyor iki çocuğu el ele. Yanlarına varıp sohbet ediyor, ardından kızı alıp yola devam ediyor. Gönderiyor çocuğu. 
Anlatıyor sakince. Artık büyümeye başladıklarını, yolda el ele yürümenin yanlış anlaşılacağını. Blablabla. Aldırmıyor kız. Anlamıyor en çok da. Ama sonra bir daha utanıyor çocuğun elini tutmaya. Bir daha tutmuyor...
Ve, son gün kalmışken partiye, midesi bulanıyor kızın. Dünyası bulanıyor. Acile götürüyor annesi, babası. Besin zehirlenmesi diyor doktor. Yatması gerek 3 gün.
Mide bulantısından ağlayıp duran kız, bu haberi duyunca daha da ağlıyor. Çok ağlıyor. Hali olsa kalkıp gitmek istiyor o kadar hazırlandığı partiye. Gidecek kuvveti bulamıyor.
Bir yandan da teselli ediyor kendini, kimse benim eşleştiğim arkadaşımla dans edemezki, herkes eşleşmişti zaten, diye. Sonra onun haline de üzülüyor. Sıkılmasın istiyor.
Günler geçiyor. Arkadaşları, o çocuğun partide başka bir kızla eşleştiğini söylüyorlar. Aldırmıyor gibi davranıyor. Ama kıskançlıktan kuduruyor kız çocuğu. Karne gününden önce, arkadaşlarıyla toplanınca öğreniyor her şeyi ayrıntısıyla. Sarı çocuk parti günü eşi gelmeyen başka bir kızla eşleşmiş ve çok da güzel vakit geçirmiş. Miş.
Senenin son günü okula gittiklerinde arkadaşı hemen geliyor, anlatıyor geçen zamanı. Kız sinirli, olan bitene çokça kızmış durumda dinliyor oğlanı. Saçma sapan bir nedenden ötürü çocuğun kolunu sıkıp morartıyor bir an, hemencecik yapıyor bunu, anlamıyor. Canını acıtıyor oğlanın ve bundan müthiş bir zevk duyuyor. 
Ve bir daha konuşmuyor o'nla. Evet konuşmuyor, anlatmıyor eskisi gibi, dinlemiyor.
O sene bitiyor, sonraki sene sınıfları ayrılıyor.
Ara sıra hal hatır sormalar harici bir daha görüşmüyor, görmek istemiyor. Ne aynı sırada oturuyor, ne de evlerine ödev yapmak için gidiyor artık; ne teneffüslerde yanına uğramak istiyor ne de gözlerine bakmak. 
İlkokulun son senesi oluyor neredeyse, sekiz senenin sonlarına doğru kız biraz sert bir hastalık dönemi geçiriyor. Bir kaç hafta yatmak zorunda kaldığı. O süre içerisinde arkadaşları teker teker evine geliyor. Bahçelerinden kopardıkları güllerle, kır çiçekleriyle ve papatyalarla... Çocuk, bir tutam papatyayı saplarına beyaz çizgili defter yaprağı sarıp getiriyor kıza, usulca uzatıyor. Koyuyor yatağının yanına, geçmiş olsun, deyip çıkıyor odadan.
Kız o çiçekler içinden en çok papatyayı sevdiğini söylüyor annesine. Bir bardağın içine tüm çiçekleri koyuyor, papatyaları ortaya, güller ve kır çiçekleri onların çevresine...

İlkokul yıllarına ait bu 'ilk' hikaye, bir ilk aşk hikayesi mi yoksa çok derin bir arkadaşlık hikayesi mi karar veremiyorum yıllar sonra bile. Ama bir ilk olduğunu biliyorum sadece. Güzel bir ilk. 
İlk aşk, dendiğinde de aklımda bu hikaye canlanıyor nedense. Her seferinde.

Tüm canlandırmaların ardından biraz acı kurgulanmış bir gerçekliğin papatya kokusunu anımsıyorum.
Ve, evet. Çiçeklerden de en çok onu seviyorum.
***

17 Ekim 2014 Cuma

Günlerin ardı

...
Düşüncesi sıkıntılı... Aslında düşünülür çoğu zaman. Kimi zaman öylesine kimi zaman da ciddi ciddi, nasıl olur, diye. Sonra korkar insan, dalga geçer kendiyle, duymazlıktan gelir çoğu zaman da. Ama o düşünce durur hep bir köşede. Durduğuna inanılır kimisince.

Yöntemleri düşünülür bazen de. En acısızı. Bulunmaz. Yaratıcı olmak için zorlanır biraz, kendiyle dalga geçmeye devam eder insan. Ama işte, acılıdır az çok hepsi.
Gerçi, sonunu yazan biri elbette ki acısına takılmaz.

Son sözlerini videoya çeker, internete koyar bazısı. Bazısı da mektuplar bırakır geride kalanlara. Bir de sessiz sedasız çekip gidenleri vardır. Gizemli olanları, hep gizemli kalacakları. 

Bir adamın giderken bile gözleri parlar, güler suratı. Memnundur kendi gidişinden, memnun kalacaktır gibi gelir ona. Sıkıntısı bi sorun olur da gidemezsem, üzerinedir sadece. Bazı okunanlardan da bilinir ki, kimi ağlaya ağlaya kimisi kusa kusa, kimi ağzından tükürükler saça saça gider. Kimileri daha da korkunç şekillerde.

Yine adamın biri, son sigarasını içer. Son kadeh şarabını bir de. En sevdiği şarkıyı dinler de öyle gider. Şanslıdır o adam. Giderken bile. Şansını kendi yaratmıştır işte. Ama bazıları alelaceledir. Kimseler görmeden dolarlar ipleri boyunlarına. Kim bilir, kimisi sadece annesine sarılır belki ya da kardeşini öperek vedasını eder kimi, öyle gider. Veya son kez çıkar dışarı, solur içine havayı serin serin, gökyüzüne bakar uzun uzun, maviliğine ya da kapkaranlığına. Sonra gider...

Gidenlerin çoğu cesurdur. Belki de hepsi. Kolay değildir herhalde öylesi gitmek. Ve o gidenler kendinden emindir, soğukkanlıdır. Ve tabiki bencildir de her insan gibi. Gitmek istemiştir ve gitmiştir.

O gidenler bir de şanslıdırlar çoğu kalanın gözünde. Çünkü serseri bir kurşunla gitmemişlerdir mesela, bir işçi katliamında, bir salgında, sıkışık bir trafikte, kesip biçilerek bir katil tarafından, ters düşündüğü için diğerlerinden, özgürlük için bağırdığından, 'siz yanlışsınız ulan' dediği için, bizzat sistem tarafından mahvolmuş şekilde gitmemiş, hiç edilmemişlerdir. 
'Kader' denmemiştir o gidenlerinkine. 
Bu yüzden bir yerden bakınca imrenir insanlar o gidenlere. İmrenmese de takdir eder, hayran kalırlar cesaretlerine.

Kızar kimisi de. Mızıkçılıklara, kolay pes etmelere, kolaya kaçmalara, bencilliklerine kızarlar o gidenlerin. Onların da haklı sebepleri vardır kendilerince. O gideni çok seviyorlardır, aşıklardır belki, ya da hesapları vardır görülecek. Kızıdır, oğludur, annesidir, kardeşidir, babasıdır, dostudur, arkadaşıdır işte. Hak sahibiymiş gibi görür kendini, o gidenin yaşamı üzerinde. Öyledir, belki de hiç değildir.

Ve o gidenler... Aldırmazlar, sınav bitmeden giderler, yasak olduğunu bile bile. Yasak bilmezler çünkü. Yaşadıkları, gördükleri, geçip giden yılları yasakları yasaklamıştır belli ki. Umursamazlar. 
Gittikleri o yer hiçliğin başladığı yerdir artık. Ya da başka şeylerin. Bilinmezliğin, yokluğun, boşluğun işte. 

Kalanlar ise kalmaya ve düşünmeye devam eder gidenlerin ardından. Kalanlar düşünmeye mahkumdur. Onlar düşünmeyi seçmiştir. Kalmayı bir de. Her şeye rağmen, kalmayı daha kolay bulmuşlardır. Belki. 

Hala hayal kurabilen herkes kalır esasen. Gidenlerin ardından bunca kafa yoran insanlar da kalır.
En sevdiği şarkıyı tekrar tekrar dinleyenler, hiç bitmesin isteyenler kalır.
Şarabını yudum yudum, tadına vararak içen, yutkunurkenki o sesi sevenler kalır.
Sigarasının dumanını serbest kaldıktan sonra dağılışını izlemeyi sevenler kalır...
Hala bir şeyleri seviyor, az da olsa zevk alıyor olanlar kalır. 
Tanımadığı gidenleri düşünerek üzülen, saatlerce kafasını ağrıtan ve o ağrıdan zevk duyanlar. Kalır. 
Kalmalıdır. 
Daha'sını merak edenler...

''...Ölmek için hep yeterince erkendir 
ve daima geç...''


14 Ekim 2014 Salı

Günlerin gecesi

...
Hiçbir şey başaramadığın günlerin gecesi sıkıntılıdır. Bilir mi insanlar? Bilmem ben. 
Pek bir şey başardığım olmamıştır önceden. Elle tutulur, gözle görülür hani 'vay be' dedirten cinsten şeyler işte, olmamıştır. Bana göre.
Başkalarına göre ise vardır bir kaç başarım. Bazı büyüklerim çok başarılı olduğumu bile sanarlar. Ben üzülürüm onlara. Belli etmem.
Başarı nedir ki abiler, ablalar? diyemem. Ulan göreceli işte sandığınız her durum, diyemem. Hadi ordan ahali, hiç diyemem. 
Ben birkaç madalyayı, alınan hehü belgelerini, geldiğim noktayı başarı sanamam, sonunda bir gece vakti kendimi deli deli yazmalara veriyorsam. Günde on küsur dizi bölümü izliyorsam. Haftada birkaç günün birkaç anı zar zor gülümsüyorsam. Dağılmış suratımı toplayamıyorsam. Kendi kendimle konuşur,dertleşir, kavga eder olduysam. Gece gündüz olan bitene lanetler okuyorsam. Vaktimi keyiflendiren burçlara, kahve-papatya-iskambil fallarına ve daha nice zımbırtıya inancımı kaybettiysem. Vazgeçtiysem beni az biraz ferahlatan her şeyden. Her yeni güne 'Yine mi?' diye söverek başlıyorsam... Ve işte kimbilir ne zamandır böyleysem, geldiğim noktaya tabiki başarı diyemem. Yapamam bunu, kandıramam kendimi. Herkes gibi.

Ve işte hiçbir şey başaramadığın günlerin, haftaların hatta yılların geceleri tam da böyledir. Bu gece gibi.
Böyle:
Çok yağmurlu bir günde sele, çamura, boka bulanmış semtin dar, ara, karanlık sokakları gibi.

Velhasıl kelam; insan kendini kandırmalıdır, derim ben daha çekilebilir kılmak için şu çekilmez dünyayı. Kendim beceremesem de. Kandırabilmelidir diğerleri. 
Başaramıyorsa da kendini kabul etmelidir insan, olduğu gibi.

Sonrası delilik, güzellik mi? Benim gibi?
.
http://www.youtube.com/watch?v=IgFZcURIrSY

13 Ekim 2014 Pazartesi

Bir gün, bir akşamüstü

...
Bir müzik kanalı açıktı televizyonda. Yemekler yenmiş, bulaşıklar yıkanmıştı. Çay koymuştu gençler ocağa, kaynama sesi geliyordu  hafif hafif. Dışarıdan ise rüzgarın uğultusu... Bir tipi günü olabilirdi. Muhtemelen kar da yağıyordu hızlı hızlı. Ama kapıları kapatıp, küçük bir odasında oturdukları o oda sıcacıktı. Mutfağın sıcaklığından da olabilirdi odanın o denli ısınması. Sıcaktı işte, hem fiziksel anlamda hem de ruhsal anlamda bir sıcaklık hissediliyordu. 
İzledikleri müzik kanalında bir adam çıktı. Yakışıklı ve efendice. Kızın önceden de bildiği ama dinlemediği. Bunu dinle bak, dedi çocuk, kıza. Biraz burun kıvırarak dinledi ve izledi kız. Tarzı değildi. Anladı çocuk ifadelerinden, zaten efendi adamlar sevilmezki dedi. Sustu. Komiklikle karışık sitem dolu bir sohbet başladı sonrasında. Kızların efendi adamları, düzgün insanları sevmedikleri, üstüne üstlük üzdüklerini vurgulayıp durdu genç. 
Kendisi düzgündü muhakkak ve çok da efendi. Üzülüyordu da böyle konuşmalarına bakılırsa. Ama belli etmiyordu, kendine getirmiyordu hiç lafı. O klipteki popçu adam üzerinden tezlerini döküyordu ortaya. Sev onu, diyordu içten içe. Belki de 'sev...' diyordu sadece. Anlamadı kız, anlaşılmadı kendisi de. 
Zaman zaman canlanırken geçmiş kızın gözünde, o akşam üzerini hatırladı işte. Şarkıyı duyuyordu çünkü çalan radyosunda...
Kızıyordu kendine, hep kızmıştı. Ancak anıların bu şekilde canlanması hem daha çok kızdırıyor, hem de acıtıyordu onu. Çünkü fark etmişti bir zaman önce, o popçu adamı artık seviyordu. Tarzı olmadığı halde, şarkılarını dinlemediği halde seviyordu. Görünce bir yerlerde fotoğrafını, radyoda rastgele şarkısı çalınca hissediyordu bu hissi...
Ve bazı kişileri, şarkıları, kitapları, şairleri ve daha ayrıntı pek çok şeyi sevdirdiğini de biliyordu, karşısındakine. Bu önemliydi. Birisi seviyor diye  herhangi bir şeyi sevmek, karşındakinin de sen seviyorsun diye herhangi bir şeyi sevmeye başlaması önemliydi işte. Anlaşılamadı hiç.

Aklına geliyordu böyle böyle sevdiği şarkılar, yazarlar, şairler, yerler, insanlar.
Aklına geliyordu gerçekten insan gibi insan olan insanları ne denli üzdüğü.
Aklına geliyordu aklına kimsenin düşmediği bir zamanda.
Aklına geliyordu.

Radyoda tekrar tekrar o şarkı çalıyordu. Tekrar. Tekrar.
O akşamüstü gözünün önünden de gitmiyordu. Cümleler yankılanıyordu kulağında.
Hüzün çöktü gri gününe. 
Güzel şarkılar kalmıştı ona o'nun sesinden üstelik, ne güzel kokular, çok güzel filmler bir de. 
Hatırladıkça yüzünü gülümseten anılar için teşekkür borçlu olduğunu hissediyordu bir insana. Yıllar, yıllaaar sonra. İçilen çayların ve efendiliğinin hatırına...
.

11 Ekim 2014 Cumartesi

Gelen: Vakit.

...
Bir şeyleri yazmanın vakti geliyor zaman zaman. Vakti geçiyor. 
Genelde vakti geçiriyoruz. Hepimiz.
Vakti geldiğinde vuku bulan sersemlik hali, geçerken yok olmuş oluyor. Geçip gittiğinde izi bile kalmıyor.
Sadece bir tuhaf hisse kapılıyoruz. Biliyorum, hepimiz.
O his, zamanında bir şeyler yapmamanın, konuşmamanın, bağırmamanın verdiği o garip his gibi. Gibi mi? Tarifsiz işte, tarifi yok.
İşte o lanet his, insanı yazmaya yönlendiriyor. Bir şey yapmadın, yaz, diyor.
Dinliyor kimi; kimi ona da yapamam diyor. Aldırmıyor o vakte. Yazmanın vaktine.

Ben mesela, biliyorum o vakitleri. Yazmam gereken zamanları. Hep bildim. Çünkü öyle kurtuldum bünyemi saran lanet hislerden. Kelimelerim kurtardı, cümlelerim. Devrik, bozuk, eğreti, anlamsız, karamsar, öylesine, plansız cümlelerim.
Kaldılar hep yarına, sonraya. Hep ben okudum sonraki lanet zamanlarımda. Belki bir kaç kişi daha. Biliyorum.

İşte bir gelmiş vakit daha. Nedeni bu sefer bulantı, çoğu zaman olduğu gibi.
Midem bulanıyor, daha çok da dünya. Midemi bulandırıyorlar.
Bunca düşmanlık, nefret, akan kanlar, dinler, ırklar, kızgınlıklar, çok bilmişlikler, kendini bir bok sananlar, siyasetçiler, tüm silahlar, savaş meraklısı kafalar... ve daha yazmaya tiksindiğim yüzlercesi. Midemi bulandırıyor insanlar. Çoğu. Belki de hepsi. Sadece bir kaçı değil sanki.
Geçmişe, şimdiye, geleceğe kızıyorum. Bir şey umamıyorum hiçbir şeyden, kimseden, kendimden en çok da.
Sorguluyorum saatlerce kendimi, eylemlerimi, düşüncelerimi. Aklıma yatıramıyorum hiçbirini. Öyle olsaydı öyle olmazdı, ya da öyle olmasaydı yine öyle mi olurdu? diye soruyorum. İnanmıyorum kadere. Kendim ettim kendim buldum işte, diyorum.
İnsan yapıp ettikleridir, demiştir birisi muhakkak diye düşünüyorum. Lafı kopyala yapıştır yapmaya ya da tekrar yazıp aramaya üşeniyorum. Çok üşeniyorum.

Korkuyorum bir de. Bünyemin zayıflığından mütevellit. Hep korktuğumu hatırlıyorum. Karanlıktan, öcülerden, böceklerden, uçan haşerelerden, yüksek sesten, ani tepkilerden, çok sakallı erkeklerden, yeni ortamlara girmekten, yeni insanlarla tanışmaktan, uzaklara gitmekten, hep uzaklarda kalmaktan, yalnızlıktan, sevdiklerimi kaybetmekten ve daha nicelerinden. Korkuyorum. Korktum hep.
Ve evet, korktuğum anlarda da alarmım çalıyor. Yazma vakti. O'nu da yazarak geçiriyorum.

Yalnızlığımı bir de. Bazı anlarda öyle yalnız hissediyorum ki. Çok yalnız. Düşünüyorum yalnız kalanları, kalacakları, daha çok yalnız kalacağım vakitleri düşünüyorum. Ve biteceği anları.
Birden aklıma gelmelerini, seni düşünmelerimi bazı bazı.
...
http://www.youtube.com/watch?v=DrL_Gdh5scQ