31 Ocak 2014 Cuma

Hay bin zehir

... Üçünüz de gidince yalnız hissedebilirim, evet o zaman gerçekten yalnız hissederim, demişti adam usulca. Kızlarını kastediyordu. Belli zamanlarda farklı nedenlerden azalıyordu kızları o çatının altında, iki oluyor, bir oluyor, tekrar üç olunca da bayram oluyordu. O gün üçünün de olmaması durumunu düşündü kendince, dillendirdi baştaki o cümleyle.
Ama hayat bu, diye ekledi. Öyle olmak zorunda. Kimse kimsenin yanında sürekli, hep kalmıyor, kalamıyor, diyerek konuyu değiştirdi, bambaşkasına yöneldi. Kaçıyor gibiydi sanki biraz. Alelacele hareketleri ve davranışları onu işaret ediyordu. 
Evet. Kaçıyordu o sohbetten. Yalnızlığına sığınıyordu açtığı yalnızlık konusundan. 
Kim bilir belki de alıştırıyordu.
...

Ve,
Bazıları hiç yalnız kalmazdı. Bir ömür boyu kalabalık olurdu başı. Ya da öyle görünürdü sadece. Kalabalıklık bazen yalnızlığın dik alasıydı. Biliyordu artık bunu.
Fiziki yalnızlık ve kafa yalnızlığı şeklinde ayırmak gerekirdi aslında o söz konusu kavramı. Hangisi daha yalnızlıktı peki? Bilemedi. 
Fiziken yalnız olma durumu akli dengeye zarar gibi geliyordu ona, lakin kafa olarak bir başına olmak da öyleydi. Üstelik etraftaki kuru kalabalık da cabası.
Her türlüsü kötüydü. Mide bulantısı gibi kötü, baş ağrısı gibi kötü, bozuk patates gibi kötüydü işte. Ve kokuşmuş.

Kimse fiziken tek kalmasın istiyordu esasen. Kalmak istese bile, hep değil. Ara sıra gelip gideni olmalıydı insanların. Olmak zorundaydı ona göre. Varsın kafası tek olsun, bir olsun, yalnızlığıyla kavrulsun.
Ama o odada tek başına öylesine oturmasın kimse, istiyordu. Kendi kendine söylenmesin sabahtan akşama dek.
Ses olmalıydı onlara, sesler. 
Her yaştan herkese lazımdı. O çocuğa, o teyzeye, o amcaya lazımdı işte.

Ve nihayette, 
O yalnızlıklar olacaksa illa; cenneti de olabilirdi insanın, cehennemin ta kendisi de. Önemli olan dozdu yine, ayarlaması, denk getirebilmesiydi tuzunu, şekerini, acısını.
Yoksa zaten zehirdi herşey insanın kendisine.

30 Ocak 2014 Perşembe

-Miş

Prensip olarak özlemeyen bir insandı kendisi, öyle derdi ulu orta, s'avunurdu. 
Hayatı boyunca özlem duymamıştı diğer insanların anlattıkları kadar, derinden, acı. Ah'ları, keşkeleri olurdu biraz özlem gibi bir şeyle harmanladığı, o anlık yanında istediği. Ama 'özlem' değildi o hissettikleri. Hiç olmamıştı, olmuyordu somut ve mantıklı şeylere.
Sözde.
Garip şeyleri özlüyor-muş gibi hissediyordu ara sıra. Mesela karasal bölgelerdeyken maviyi, denizi, Ege'yi, imbatı bir de.
Ilıman bölgelerde ayazı -miş gibi oluyordu.
Bir çay kenarında oturmayı bir yerlerde, bazı yerlerde de Kordon'un bunaltıcılığını -mişti.
Çok yalnızken; çay koyulup, en sevdiği dizinin jeneriğini kaçırmamak için beklenmesini, 
Bazı parfüm kokularını bir de.
Sesleri kimi zaman, çoğu zaman da sessizliği -mişti sanki.
Yollar vardı, ara sokaklar, pis ve izbe... Oraları -mişti bir zamanlar.
Dandik bir çekyata sığdırdığı gecelerini,
Ortopedik yatağını da çok -mişti bel ağrısından duramadığı vakitler.
Yokuşları, düzlükleri, tepeleri bazen,
Çok alıştığı dizi karakterlerini de -miş gibi hissediyor, vazgeçmiyor, tekrarlarını izliyordu 3. belki 5. kez baştan, en baştan.
Geride kalsın istemiyordu çünkü, anıları, yaşadıkları, izlerken hissettirdikleri, hatırlattıkları unutulsun istemiyordu. Tekrarlıyordu o yüzden, çok ve sık tekrarlıyordu.
Yani aslında o da özlüyordu kendi çapında, kafasında, dünyasında. Herkes gibi değil, anlatılanlara benzer şekilde değil ama, değişik özlüyordu işte. 
Özleyecekti de.
Mütemadiyen. 
Birikerek, biriktirerek.

http://www.youtube.com/watch?v=RrGjK28-2TY

28 Ocak 2014 Salı

Durak

Pek ala yazmayabilirim, hem de yazmazsam tam anlamıyla yazmam, ''hiç'' diye düşündü.
Sonra, ama yazabiliyorum, dedi. Bir şekilde yanyana geliyor harfler, kelimeler sonra cümleler kuruluyor düzenli, devrik, sıralı... Becerebiliyorum işte, dedi.
O zaman yazarım, diyerek kararını verdi. Çok öncelerden.
Bunları yapabiliyordu, evet. 
Lakin gitme isteğine hakim olamıyordu. Sevdiği ya da sevmediği, alıştığı, nefret ettiği her yerden gitmek istiyordu vakti gelince. 
Nedensiz gitmek. 
Sadece gitmek.
Vicdansızca geliyordu bu ona ve bencilce. Ama devam ediyordu istemeye, delicesine istiyordu gitmeyi. Duyduğu o buruk acıya rağmen. Ve biliyordu aslında gitmeler yakındı, sayardı sayardı sonra giderdi. Genelde öyle olmuştu çünkü.
Ayrılamam dediği yerlerden ayrılmış, senelerce evi olmuş yerleri terketmişti vakti gelince. Üzülmüş, alışmıştı.

Hayat, yollardı. Yollar da alışmaktı. 
O halde hayat da alışmaktı. 
Her şeye alışmak. Vakti gelince, zamanla alışmak.
Ortaya çıkardığı önermeler lisedeki mantık dersinden kalmaydı, severdi mantık derslerine giren o felsefe hocasını.
Felsefe hocalarını hep sevmişti. Çünkü normal değillerdi hiç biri. Felsefe hocaları da onu severdi, çünkü o da onlardandı. Sofi'nin Dünyası'nı zevkli bulanlardan hani.
...
İşte sonra,
Pek ala yazabilirim, diye düşündü. 
Yine.
Henüz yıkılmamışken dünya başına yazmalıydı zaten.
Yıkılınca muhakkak yazacak takati olmayacak, vakti kalmayacaktı.
Vakit varken,
Alışmalıydı,
Alışma'ya.

''...Şimdi otobüs gelir biner gideriz
dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç...'' diyordu bir güzel ses.

Falanca durağa elbet varacaktı.
Dert etmesindi.
Bir durdu düşündü, 

Tabi ya. Daha göğe bakacaktı.

http://www.youtube.com/watch?v=75rSdpt8OtM


25 Ocak 2014 Cumartesi

Bir sahaf kaldı uzaklarda

... Çocukluğunda bir sahaf vardı. Evdeki kitaplarını toplar götürür istediği kitapları alırdı karşılığında, yanında minik çikolatalarla. İkinci el olurdu kitapları, saman yapraklı ve bol yıpranmış, lakin ona hiç fark etmezdi. Daha bir severdi öylelerini. O zamanlar neden sevdiğini hatırlamıyordu, çocuklar için 'yaşanmışlıkların, kalmışlıkların' bir önemi olabileceğini sanmıyordu.
...
Ama seviyordu işte o, alıştırıyordu belki de kendini -mış'lıklara.
Yıllar geçerken daha az uğrar oldu o sahafa, artık kitapevleri vardı büyük kitapçılar... Oralardan temin etti kitaplarını bazen, çoğu zamanda öğrencilik hallerinden mütevellit işportadan, sokak aralarından. Eh. Değişiyordu işte her şey.
Aklına geldi bir bulanık cumartesi günü o sahaf. Çıktı gitti. 
Gördükleri hoşuna gidecek miydi? Bilemeden gitti.
Yıllar sonra o sahaf artık bir minik kitapevi olmuştu. LYS, YGS, KPSS ve S'li diğer soru bankaları, yaprak testleri, notları için ayrı bir bölümü bile vardı. İçi acıdı biraz.
Sonra ikinci el kitapların hala var olduğunu gördü, hüsranını azaltmaya çalışıyordu. En azından, dedi, en azından az da olsa eski kitap kokuyor burası ve loş hala, aydınlanmamış, baş ağrıtan göz yoran ışıklarla doldurulmamış metrekareleri. 
Ve en önemlisi aptal kişisel gelişim kitaplarını da almamışlar atmosfere. İyi, bu iyi, dedi.
Hayatlarına imrendiği kitapçı amca ve teyzeyle sohbete daldı, daha çok dalmaktaydı fikri.
Çünkü kitap işi onlara göre ticari, ticaret işi değildi. Her kitap hakkında fikirleri vardı, özellikle de onun sevdikleri hakkında. Kitap sohbetlerini hep severdi, hele üzerine kitap kokusu sinmiş insanlarla olan sohbetler daha bir başka olurdu, başka gelirdi.
Vakti unuttu, kitaplar ona unuttururdu akıp gideni, dışarıyı, her şeyi.
Bir yandan eski sahafını isterken bir yandan da uyum sağlıyordu ve beceriyordu. 
Değişiyor her şey azizim, dedi içindeki. Bir kendine baksana.
Baktı. 
Haklıydı.
...
Ama, dedi,
O sahaf,
Karanlık ve biraz yerin altındaydı. 
Kediler de vardı üstelik orada, 
Bazı kediler kitap severdi.
Ah bir de konuşabilselerdi, konuşabilseydi.
Ve evet, zamanlar değişirken keşke bazı mekanlar da değişmesiydi onunla.
Kalsaydı keşke. 
Çocukluğu.
...

Velhasıl kelam, kalsa da ardında çocukluğu, 
Yenilere, yeni çocukluklar sunulmalıydı ki kalsınlar onlarda zamanı gelince geride.


24 Ocak 2014 Cuma

Uğur'lar Olsun

'Son bulsun' istenilen anlar vardı.
Bir deniz kıyısında son bulsun isteyebilirdi kişi, mavilikler arasında.
Ya da bir gece yarısı sarı ışıklar altında dileyebilirdi bunu.
Yeşil bir alanda çimenlerin üzerindeyken de isteyebilir, arzulayabilirdi.
Veyahut kederden kahrolurken 'bitsin' diye hırpalayabilirdi kendini epeyce.
Kalabalıklar içinde nefes alamazken böyle bir şey dileyebilir belki de gerçekleşirdi.
Bir başına sessizliği yoldaş edinmişken ya da, mükemmel bir son bırakabilirdi geriye.
Kişi uç noktalar, doruklar, nirvanalar beklerdi son'lar için. Son bulacaksa dünyası, evreni öyle bir anda son bulmalıydı.
Ama muhakkak ki öyle olmazdı, o kadar ince düşünceli değildi onların dünyası...
***
Soğuk bir Ankara kışında etrafa zerrecikleri dağılarak son bulmuştu bir adamınki.
Muhakkak ki daha da soğumuştu Ankara. Kendinden utanmış mıydı o tarih, o kar, o süpürge? diye merak etti.
Keşke... 
Hiç bir şekilde hak edilmeyen, hak edilmeyecek son buluş'lar o dünyada hüküm sürüyordu. Üstüne üstlük çoğu, pek çoğu utanmazdı o dünyadan, olan bitenden, o son'lardan. 
Utanılmazdı.
Utanılmıyordu.
Hala korkunç sonlar oluyor, korkunç sessizlikten de korkulmuyordu marifetmiş gibi.
Son'lara türküler yakıp, türküler yapılıyordu sadece.
''Uğur'lar olsun.'' yankılanıyordu bir kış gecesinde kulağında, belki kulaklarda. 
Utanıyordu. O tarih adına, o kar, o süpürge ve diğer 'o' her şey adına utanıyordu.

Ve ekliyordu bir güzel adamın bir acı övgüsünü;

''Günümüzde insan olmanın
Çok ağır bedeli var
Ya parçası olacaksın alçaklığın
Ya seni parçalarlar.''


SON.

22 Ocak 2014 Çarşamba

Yıldızlı. Gökler.

...
Bilmediğimiz çok şey var azizim, diye girdi lafa. 
Uzun bir suskunluk sonrasında açmıştı sohbeti, açmasaydı olduğu yerde boğulabilir, düşünceleri bayıltabilirdi onu.
Evet, bu aralar fazlaca düşünüyordu ve oldukça da yoruluyordu. Bir süredir işsizdi ama çalışsaydı belki bu kadar da yorulmazdı. Düşünmek, böylesine düşünmek yoruyordu onu.
Dinleyen, bir soruyla bozdu sessizliği, ''Neleri bilmek isterdin ki sen? ''
Doğru soruyu sormamıştı dinleyen, başka bir soru gerekiyordu o cümleye karşılık, lakin aldırış etmedi. Düşündü bir süre hım'layarak.
Bilmek istediği o kadar çok şey vardı ki, ama dinleyiciyle paylaşmak istemedi. 
Lüzumsuzdu. 
Zaten fazlaca sıkıntısından çıkmıştı o ilk cümlesi, devamı gelmese keşke sohbetin, diye düşünürken birden yoğun bir müzik sesi duydu ve irkildi. Dinleyiciye baktı sakince; o, suratına bakıyor, cevabı bekliyordu. Muhtemelen müziğin sesini duymamıştı. 
''Duymadınız mı?'' diye bir soruyla karşılık verdi, önceki soru da arada unutulsun gitsin diye umut etti. Şaşkın bakışlarla, neyi? der gibi baktı suratına dinleyici. 
''Az önceki müziği hani, duymadınız mı?'' diye tekrarladı sorusunu.
''Yoo.'' dedi dinleyici sadece. Rahatsız edici bir sessizliği vardı sevemediği.
''Ah Zeze'' dedi minicik seslerle. Onu düşündü. İnsanlar ne içinden şarkı söylenebileceğini ne de dışarıdaki o şarkıları duymuyorlardı. 
Zeze gibi o da bahsetmeyecekti kimseye bu bildiklerinden.

Ve bir sorusu vardı hala elinde.
Bir de şarkısı.
Düşünüyordu.
Çıktı dışarıya, ''yıldızlar kıyamet gibi kaldırımlarda'' idi.
Basa basa yürüdü onlara.
Cevabı bilinmeyen sorular buldu kendine,
Yine ve yeni.
...

'' Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye?
Kimse bilmez. ''

http://www.youtube.com/watch?v=e6hZG95TxxQ

21 Ocak 2014 Salı

Yılbindokuzyüzbilmemkaç

Duman dolu bir oda. Sigara dumanı.
Gözleri yanıyordu miniğin, yaşarıyordu peşi sıra. 
Akşam yemeğinden sonra yanmaya başlayan sigaralar sönmek bilmezdi gecenin bir vakitlerine kadar. 
Günlerden cuma.
Ertesi gün okulun olmamasından mütevellit geç yatacaktı minik de. Dinledi büyüklerin o çok merak ettiği sohbetlerini. 
Belediyenin sorunlarından başlayan muhabbetler bir süre sonra akraba dedikodusuna dönerdi ve diğer serzenişler gelirdi onların da peşinden.
Eh be, derdi. Anlamazdı ama dinlerdi. Uyuşurdu dinleyerek, uyuştururdu kendini.
Gözleri yaşarmaya devam ederdi, bir şey demezdi. Arada antreye çıkar, belki de pencereyi açtırırdı ufak sızlanmalarla.
Lakin sönmezdi sigaralar. 
Uzun süre de sönmedi sigaralar ve hep gözleri yandı miniğin. 

Zamanlar geçti, dumansız hava sahasıydı artık evinin salonu.
Memnun muydu şimdi o minik?
Artık bir minik olmadığından umursamıyordu, bu durumu da umursamadı. Minikliğinde umursanmayıp nasıl dumanaltı yaşadıysa bazı geceleri, öyle umursamıyordu işte dumansız hava sahasını da. 
Fark etmezdi.
Etmedi.
Üstelik bazı sigara içen adamlar başka geliyordu artık gözüne, çok başka.
Ama söylemiyordu da ulu orta.
...

Ve sigara demişken, gecenin tüm güzellikleri bugün, filmdeki o güzel adama.

http://www.youtube.com/watch?v=3RytMPsI3NM

20 Ocak 2014 Pazartesi

Gölgeler

“Bazı insanlar karanlık bir mağarada, doğdukları günden beri mağaranın kapısına arkaları dönük olarak ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuş oturmaya mahkumdurlar. Başlarını da arkaya çeviremeyen bu insanlar, mağaranın kapısından içeri giren ışığın aydınlattığı karşı duvarda, kapının önünden geçen başka insanların, hayvanların ve taşıdıkları şeylerin gölgelerini izlemektedirler.Bu mahkumların sahip oldukları bilgi, onların gözleriyle ve kulaklarıyla kazandıkları duyusal bilgidir ve bu görsel bilgi duvardaki gölgelerin, yani görünüşlerin bilgisidir.İçlerinden biri kurtulur ve dışarı çıkıp gölgelerin asıl kaynağını görür.Kendide gördüklerine inanamaz İnsan için yanılgılardan kurtulmak, eski alışkanlıkları terk etmek çok güç olduğundan, o muhtemelen yeni duruma alışamayacak ve daha önce görmüş olduğu şeyler, ona daha gerçek görünmeye devam edebilecektir ve tekrar içeri girip gördüklerini anlatmaya başlar ama içeridekileri, duvarda gördüklerinin yansıma olduğuna ve gerçeğin mağaranın dışında cereyan etmekte olduğuna inandırması imkansızdır.”

Bir metafordu meşgul eden düşüncelerini,
Asrın hatasının yapıldığı.
Durdu bir süre, o mağaradan çıktıktan sonra geri dönmekle aptallığın daniskasını yapmış insanoğlu, diye ekledi. Bu kadar korkak olmamalıydı, alışabilirdi, alışırdı zamanla.
Bir yanda gölgeler bir yanda suretler var iken,
Sureti aramalıydı. 
Gölgeye, gölgelere nasıl inanılır, nasıl alışılırdı?
Ama esaslı soru bunlar değildi. Evet, evet. Kesinlikle değildi.
Lakin...
Görünmez bir insan neler yapmazdı ki? Hani perdenin ardındaki?
...
***
Bir sanat filmi üçlemesi bitirip oradan oraya savrulmuştu kafasındaki vızıltılar, sorular bulmuş, cevaplarını aramış, cevaplarını bulmuş, bulamamıştı.
Olurdu öyle zaman zaman. Olmazsa olmazdı onun için. Olmazsası ne boş, ne lüzumsuz olurdu.
Ve bir şeylerin farkına varmıştı gölgeler üzerine. Ama o zaten suretlere bile güvensiz bazı zamanlarda da saplantılı bağlanırken, gölgelere değinmek istemedi gecenin kör saatlerinde.
Suretlerleydi onun işi. Öyle olmasını umdu.
Renkli bir gölge sanatı değil ise evreni, muhakkak ki suretlerleydi işi.
Muhakkak.
'Sen yine de kesin şey etme!' diye bir ses duydu derinden.
Yumuşadı aniden.
Velhasıl kelam sanatsal ağırlıklı başka üçlemeli beşlemeli filmler bulmalıydı kendine. Aramalıydı.
'İnsanoğlunun yaratılış vazifesiydi; arayış.' Gün içinde nerede duymuştu kim bilir.
Neredeydi?
Arayış, demişti işte. 
Arayış.
***
Bir kaç cümle de mağaradan bir çıkıp pir dönen o ademe düzmüştü ama, neyse.

17 Ocak 2014 Cuma

Kafasının tınısı

Şarkılar.
Hani her gün bir iki dinlenilen, ya da sadece birinin dönüp durduğu,
İşte onlar demişken, bir güzel adam şöyle der;

“Çoğu insan doğru sözcükleri bulamaz. Bulanlarsa o sözcükleri bulduklarını zannederler ama derinlerde bir yerde hep tereddüt içindedirler, asla emin olamazlar. Çünkü her zaman sözcüklerden daha fazla bir şey vardır. Bir şarkıyı, sanki yeryüzünde dinlenecek başka bir şarkı yokmuş gibi, yüz sefer arka arkaya dinlediğin oldu mu hiç?” 

“Oldu,” dedi. 

“Anlatamadığın şeyi o şarkıda bulduğun içindi işte o.”


***
Şarkılar.
Bir zamanlar sabahları çok erken kalkar, televizyonu açar, bir müzik kanalı bulur, evin diğer üyeleri uyanana kadar dönen klipleri izlerdi, dinlerdi. Tabi en sevdiği 'Şirinler' görünürde yoksa.
Bir zamanlar yine bu müzik kanallarını çok izlerdi, ama sabahın körlerinde değil daha geç, gece vakitlerinde.
Bir zamanlar da telefonundan radyoyu açarak dinlerdi. Sabahtan akşama kadar, bıkmadan usanmadan.
Bir zamanlar müzik çalar almıştı; derste, yolda, otobüste, tenefüslerde, evde, uyurken dinlerdi dinlemek istediklerini.
Bir zamanlar ise telefonuna yüklediklerini dinlerdi.
Uzun şehirlerarası yolculuklarda bayılana kadar dinlerdi bazı sevdiklerini.
Sonra durdu bir aralar müziği. Sustu sesi...
Ve birden başladı bir zamanlar da yeniden.
Bu sefer bilgisayarını her açtığında yan sekmesinde istediklerinden açarak dinledi, izledi bazen de kliplerini.
Sonraki zamanlarda da öyle devam etti gitti.
Sadece evinde güzel yoldaşlık ediyor diye, çoğu zaman da geceleri ninni niyetine dinledi.
Bazen tek şarkıyla gün bitirdi. Günler bitti.
Ya da çoğu zaman durum öyleydi. 
Kafasının şişmesini,  kalabalıklığı sevmezdi.
Tek bir ses, dönüp duran sözler kafiydi.
O güzel adamın da dediği gibi, onun anlatamadıkları da şarkılardaydı belli ki.

http://www.youtube.com/watch?v=wuUuY6YF34w

14 Ocak 2014 Salı

Masal kuşu

Ağır ağır deliriyoruz demişti önceden. Şimdilerde bir kaç kanıya daha varmıştı bu hususta. Belki de hastalanıyordu. Herkes.
Zaten memleketin bir kısmı yeni grip virüsünden nasibini almıştı ama bahsettiği hastalık belli ki aptal bir grip değildi.
Başka bir hastalıktı, pek de tarif edemediği.
O hastalığı hissedenlerin sadece anlayabileceği bir hastalık. 
Anlatmaya çok da hacet yoktu. İşte bu, hastalığın bir belirtisi olabilirdi mesela.
'Umursuzluk.'
İnsanlar bir ya da birkaç konuyu kafaya takıp, o konularla kendilerine bir dünya kurunca geride kalanlara karşı mükemmel bir umursuzluk hissediyordu.
'Benden sonrası tufan' dercesine hani.
Kırmızı kar yağsa 'amaan' diyecek bir umursuzluk. 
Başka safhaları da vardı elbet o hastalık dediğinin, lakin anlatmayacaktı. İstemiyordu.
Aşırılığa gerek yoktu ve evet, herkes çok aşırıydı.
Ve sıkıcı.
Ve gereksiz.
Bunlar da belki belirtisiydi, hastalığın.
...
Yazıyordu,
Evet yazmasına yazıyordu.
Bu bir yöntemdi kullandığı.
Seneler önce bir rahatsızlık zamanında başladığında, her rahatsızlığında bu yazma eyleminin daha farklı boyutlara ulaşacağını kestiremezdi elbet. Nasıl kestirsindi.
Cümleler onun kurtarıcıları,
Belki de direncini yerle bir eden hain virüsler, beynini kemiren o lanet olasıcalar olacaktı...
Cümleler...
Usul usuldu bazıları, kısaydı, uzundu.
Sessizdi.
Korkunç sessiz.
Yavaştı bir de cümleler çokça.
Ağır ağır dökülüyordu ağızdan, düşüncelerden de o ağırlıkta süzülüyorlardı. 
Ve hastaydı besbelli.
Cümleleri, cümlelerimiz.
...
Bir masal yazmıştı bugün.
Masal yazması gerekmişti. 
Masalları yarıştıracaklarmış, öyle söylenmişti.
Saçmalıktı.
Dillendirmedi saçmalık olduğunu. Öyle olsa da yazdı, çocuk hayal gücünden de yararlandı bolca.
Ne güzeldi masallar yazmak, diye düşündü. Ne güzelmiş.
Ufak bir sorunla başlayıp sonunda mutlu sona ve öyle devam edecek sonsuz yaşama bağlanıvermişti mevzu. Ama çocuklara da zaten öylesi yakışırdı öylesi gerekliydi. 
Çocukluğun şanındandı masallar. Öyle de kalacaktı, kalsın isterdi.
Masal kuşu'nu düşündü bir yandan da, çalıyordu çünkü fonda. Düşünmeden edemezdi.

Bir masal kuşu da kendi düşlerine konsun istedi.







12 Ocak 2014 Pazar

Şikayet

Bir değil, üç değil, beş değil, yedi de değil, on.
On farklı konuydu söz konusu.
Belki de daha fazla.
Rüyaları.
Konu bütünlüğü yoktu, bir gecede on farklı konuda rüya görebilme kapasitesine sahip bir bilinçaltı vardı. Bu bir rahatsızlıktı. Bir rahatsızlık olmalıydı. Zaten rahatsızlık da hissediyordu uyanmaların başlangıcında. Lakin geçiyordu gün içerisinde. Çünkü kafasını rahatsız edecek başka konular bulmada üstüne yoktu.
Nefret ediyordu bu özelliğinden.
Yere batsındı.
Sahi doktor bey... diye başlamak istediği sözler aklına geliyordu. Vazgeçiyordu.
***
Gün kızıla çalmak üzereydi, az sonra çalacaktı kızıla, az kalmıştı.
Hafif esinti hissediyorlardı. Lodos olmalıydı.
Büyükçe bir bankta oturuyorlardı. Yan yana.
Bank, büyük kütüklerin birbirine eklenmesiyle yapılmış alelade bir şey gibi ama aynı zamanda da oldukça rahat, genişti.
Bir söğüt ağacı vardı tepelerinde, evet evet, o söğüt ağacı olmalıydı.
Hışırtısını hissediyorlardı yaprakların. 
Mevsimlerden de sanki yaz sonu gibiydi, renkler ve hissettikleri onu andırıyordu.
Önlerinde eğimli bir taban uzanıyordu, ayaklarının altından ileriye doğru, yeşilce, dalgalı bir şekilde.
Ve konuşuyorlardı, o eğime bakarak sadece.
Konu, konular bulmuşlardı. Gerekli-gereksiz pek çok konu. 
Konuşuyorlardı.
Kız olan duraksadı önce, ani bir hareketle ellerinin içine aldı diğerinin ellerini. 
Sessizlik oldu bir süre, 
'Nedir?' dercesine baktı oğlan. 
'Hissetmek istedim sadece' dedi kız biraz mahçup yavaşça çekti ellerini kendine. Gülümsedi diğeri.
Bir atakla diğeri almıştı bu sefer kızın ellerini avuçlarının içine. Durdu bir süre öyle.
Gülümseme sırası kızdaydı. 'Nedir?' bakışını bu kez o attı ortaya.
'Hissetme sırası şimdi de bende' diyerek sustu diğeri.
Ellerinde esintiyi hissediyorlardı, ılıktı...
Sonra soğudu birden, ani oldu bu da çokça.
Ve hop!
Yumulmuş soğuk ellerini gördü ilk olarak kız. Epey soğumuştu elleri.
Rüyaydı. Geri uyusa devamı gelmeyecek bir rüyaydı üstelik. Biliyordu.
Genelde istediğinde getirirdi rüyaların devamını ama böylelerinin olmazdı öyle. Denemezdi de genelde.
Hohladı ellerine biraz, ısıttı.
Hop!
Sonra uyandı.
Yine.
Daha sonra da,
YİNE.
***
Hiç rüya görmeyen insanları hatırladı.
Acıdığı, insan nasıl olur da rüya görmez, diye mütemadiyen örselediği insanları.
Yine de onlar mıydı en rahatı?
Belki de.
Hiç'lik bir çeşit rahatlık olabilirdi.
Ya da rahatsızlığın ta kendisiydi.
Bunu da bilemedi.
Şikayeti vardı.
...

11 Ocak 2014 Cumartesi

?

Her gün 'ne yesek?' diye düşünmek zordu.
'Ne yapsak' diye düşünmek,
'Ne çözsek, ne çalışsak?'
'Ne desek?'
'Ne konuşsak?'
'Ne dinlesek?'
'Ne izlesek?' 
'Ne düşünsek?'
'Ne dilesek?' diye düşünmek de zordu. 
Kendini tekrarlayan bir döngü de olsa tüm sorular, sorulur, sonra da bir öncekine benzer cevaplar bulunurdu. Kimse kafa yormayı sevmezdi çünkü o evrende. Düşünür, eyleme geçirmeye üşenirlerdi.
Ama 'Ne yazsak?' diye düşünmek zor olmazdı sanki hiç kimseye. Ya da sadece ona.
Zorlama değildi, gereklilik de. Neden olsundu.
Her zaman bulunurdu yazmaya bahane.
Ona da zor gelmezdi işte.
Neticede 'baca temizliği' demişti adına güzel adamların dediği gibi.
Hem başkalarına da zor olmazdı belki. Oluyorsa da umursamadı.
Daha fazla zor olmasın istedi, yeterince zor olanlar evreninde.
...
Bir günü dört mevsime benzetirdi zaman zaman.
Sabahları ilkbahar gibiydi, genelde kaçırdığı,
Öğle vakitleri yazdı sanki, bir şeyler yapılmalıydı mutlaka,
Akşam üzerileri her zaman sonbahardı, turuncunun yavaş yavaş kızıla çalması öyle düşünmesine bahaneydi,
Geceleri de kıştı. Kışıydı. Kış gibiydi.
Acaba mevsimlerden kış olduğu için miydi bu benzetmeler, yazın da böyle düşünür müydü? Bilemedi.
Ama sabahları genelde kaçırması, baharları kaçırmasıyla güzel örtüşmüştü. Mütemadiyen habersiz geçerdi sabahlar, tıpkı baharlar gibi. 
...
Vakitlerden gece, mevsimlerden kıştı. Şimdilik.
Az kalmıştı bahara,
Ve sabaha.

                                   Penceresini kapamayacaktı yine, belli mi olur,
                                                     gök dolardı belki içeriye.



10 Ocak 2014 Cuma

Bağımsız

''Mucizeler hiç lazım olmayan anda gelirler zaten.'' temalı bir film izlemişti günün gecesinde. 
Filmin bir kısmında genç bir oğlanın başkalarının mucizelerine özenmesi, delicesine kendinde de istemesi söz konusuydu. Lakin ona yoktu mucize falan.
Yaşlı adam, bekleme, dedi genç oğlana. O zaman hiç gelmez. Mucizeler her zaman beklemediğin anlarda karşına çıkar, gibilerinden sürdürmüştü konuşmasını. Tatmin olmamıştı oğlan, kafasında dönüp duruyordu başkalarının mucizeleri ve kendindeki o eksiklik.
Zaman geçiyordu...
Ve, evet. Olmuştu.
Tam da dedikleri gibi gerçekleşmişti bir mucize, beklemediği, lazım olmadığı bir anda.
Uçup gitmişti.
...
Pek klişe olmayan fantastik, duygusal vs. türlere girebilecek bir bağımsız film izlemiş, sonunda bir gülümseme kalmıştı suratında, minicik.
Sonrasında da Tom Waits sesi doldurmuştu odasına. Sigara ve yüksek olasılıkla alkolden çatallaşan sesleri seviyordu.
Ve mutlu sonla biten filmler sinir bozucu gelirdi ona, başlarda her ne kadar gülümsetse de. Bozuldu siniri birden.
Belki de o oğlan gibi o da istiyordu bir mucize.
Zaten kim mucize istemez, beklemezdi ki ahir ömründe?
Ama filmdeki o replikleri düşündü, ve evet, aslında kendi de çoğu zaman bu kanıya varmıştı ki öncelerden. Çok istememek lazım, diye dile getirirdi ısrarla istedikleri gerçekleşmediğinde. Lakin engel olamazdı. Hem de hiç.

En güzeli araya hayatın girmesiydi. Çok istenilen şeylerin arasına birazcık hayat girmeliydi ve o istenilen şeyler biraz bastırılmalıydı derinlere.
Sonra da aniden, şaşırtarak gerçekleşmeli, gelmeliydi mucizeler.  
Fazla bekletmeden, filmdeki gibi.
Hayatta mutlu ayrıntılar varsa, mucizeler de mümkünse, işte evrene mesajlar gönderiliyordu pek ala.
Sonra, korktu birden.
Belki de yiyorlardı mesajlarını.
...

*
Başka dünyalar mümkün bayanlar-baylar, diyordu.
İnansanız da inanmasanız da mümkün.
Hem bir kurbağa size timsahın öldüğünü söylediğinde inanıyordunuz ya hani, inanırsınız yine mümkünlüklere. Zor gelmez, diye ekliyordu.
Başka dünyaları kendi yollarıyla anlatan her şeye hayranlık ve minnet duyuyordu.
Hiç zor gelmiyordu inanmak.

                  
 Mesela, gülümsemeyi beceremeyenlerin beden bulduğu bir dünya neden mümkün olmasındı?




9 Ocak 2014 Perşembe

Asma ağacı

''Rüyalar hayatın tesellisidir'' demişti izlediği dizideki. 
Öyleydi çoğu zaman, öyle olduğu zamanlarda seviyordu rüyaları da. Ama aksinin olduğu zamanlar da bol olurdu. Uyandığında derin bir 'oh!' çektiği...
*
Güne yorgun uyanmıştı derin bir uyku çekmesine rağmen. Yine uyanmak istediği saati tutturamamıştı. Sorun değildi.
Günlük monotonlukları yaptı, oturdu her günkü yerine. Bir şeyler anlatıyordu yaşlı kadın, dinliyor, zaman zaman kopuyordu mevzudan.
Gözleri birden asma ağaçlarına, döküldü dökülecek bir kaç tane yaprağa dalmıştı.
Rüyası geldi aniden aklına. Hatırlamaya da çalışmıyordu üstelik, asmalar hatırlatmıştı ona...
Dedesini görmüştü.
Gençlik hallerini, tıpkı çocukluğundaki halleriydi gördüğü. Nasıl gördüğünü hatırlamaya çalışıyordu, yordu epey kafasını.
Çocukluğunda hep yaptığı gibi yardım istiyordu yine dedesinden, dedesi bir zamanların en ve tek yardımcısıydı. Eski zamanların.
Gülüyorlardı rüyasında, hatırlıyordu düşündükçe.
Sorularıyla güldürüyordu dedesini eskilerde olduğu gibi. En sevdiği şeydi.
Mesela dedesiyle matematik çalışırlardı ilkokulun ilk senelerinde.
'Dede' derdi, ' Bir, bir daha kaç yapar?'
'İkiii.' derdi dedesi de. 'Peki iki, iki daha kaç yapar?'
'Dört' diye cevaplardı gülümseyerek. Ama durmaz devam ederdi sormaya, katlanarak sorar, dedesini yıldırırdı. 'Yeter ama kızım,aaa.' yla son bulurdu dedesinin çilesi.
Çok eğlenirdi bunu yaparken. Senelerce sürdürdü bu oyununu, çarpma işlemiyle bulduğu oyunlarla devam etti sonraki senelerde de.
Devam ettirdi oyunları zamanı bitene kadar...
*
Rüyasında da bir oyunun peşindeydi. Gülüyordu, dedesi de gülüyordu.
Sakin, huzurlu bir rüyaydı. 
Uzun zamandır görmediğin birisini gördüğündeki mutluluğu taşıyordu içinde.
İyi olmuştu rüyayı böyle birden hatırlaması.
Ama garipsemişti de aynı zamanda. 
Çünkü asma ağacını izlerken sanki bahçe kapısından dedesi girecekmiş gibi bir his duymuştu içinde.
Rüyasını hatırlamaya çalışırken hatırladı aslında gerçeği de.
Rüyasındaydı sadece. Orada görebilirdi işte artık onu, o da arada sırada.
Nasıl olmuştu da gerçekleri silivermiş, sonra da hatırlatmıştı o rüya. Allak bullaktı kafası.
Rüyayı hiç hatırlamamış olsaydı, kafasındaki o gerçeklikle kalacaktı bir süre. Kendine gelirdi elbet sonunda ama rüyayla, bu şekilde olması tuhaf olmuştu.
Gün boyu gözünün önünde, aklında kaldı yaşlı adamın suratı.
...
*
Anıları yine rüyaları olmuştu işte. Olan biten buydu.
Mütemadiyen böyle olurdu. 

He, birde, hayatın tesellisi demişlerdi değil mi rüyalar için?
Evet, bazen gerçekten de öyle olurdu.
Hayatın tesellisinin oynandığı rüyaları başka severdi.
...


8 Ocak 2014 Çarşamba

Neticede;

Çok sevdiğin dizi,
Sonunu merakla beklediğin film,
Bardaklar dolusu içtiğin çayın,
Çalıştığın konular,
En sevdiğin KPSS testleri,
Bitmesin istediğin sohbetler,
Nefret ettiğin konuşmalar,
Lafların, lafları,
Seneler,
Aylar,
Haftalar,
Günler,
Saatler,
Yani zaman,
Huzurun,
Sıkıntın,
Mutluluğun,
Dertlerin-tasaların,
BİTER.
Yollar da biter, ömür de biter abiler.
Ağrılar biter.
Rahatsızlığın ne ise, o biter.
Nihayetinde biter, diyordu.
-Bazı şeyler hariç-
BİTER.

7 Ocak 2014 Salı

Hamur

90'lara dair vurucu anıları yoktu belki. 90'ların en başında doğmuş, çocukluğunu yaşamıştı on senelik süre zarfında da.
Ama 90'lar şarkıları farklı hisler uyandırıyordu kafasında.
Hayal meyaldi bazı anıları, bazı şarkılar, sözleri. 
Hatırlıyordu bazı şarkıları, ezbere biliyordu ve garip bir his duyuyordu içinde.
Tanıdık gelen bir şeyler vardı, o his pek tanıdık değildi ama. Ne olduğunu çözemiyordu.
Günlerden bir gün rastgele bir şarkı çıkmıştı karşısına. Adı Deli Mavi'ydi.
Bir açıp dinledi, sonra bir daha, bir daha...
Bu şarkı neden tanıdıktı, nasıl bu kadar tanıdık olabilirdi. O hisin adı neydi?
Bilmiyordu, hatırlayamıyordu.
Acaba annesi mi çok severdi o zamanlar, çok dinlemişti de ondan mı yer etmişti derinlere, bilemedi işte.
Mesela Çelik'in şarkıları öyleydi, Rafet El Roman'ın da öyle. Annesi çok sevdiği için dinlemiş dinlemiş derinlere yer etmişti beyefendilerin şarkıları, sesleri.
Dinlediğinde dökülürdü tüm anıları.
Ama o Yeşim Salkım şarkısı onlardan biri değildi.
Farklıydı.
Belki hiç bir zaman çözemeyecekti.
Şarkının girişi, tınısı, sözleri, klibi  ve hissettirdiği o garip his gizini hep koruyacaktı.
Asıl sorunlu kısım da bir çocuk kızın böyle ağır bir şarkıyla ne alakasının olabileceğiydi.
Bir yerlerde yanlışlık vardı muhakkak.
Freud amca olmalıydı, dedi yine, 
O olsaydı pek ala tatmin edici cevaplar sunardı kendisine.
Bir hipnoz yöntemi, geçmiş yaşantı terapisi ya da çare olabilirdi.
Lakin gerek de yoktu tüm bu şeylere. 
Delilikti, şarkının adındaki gibi.
Hamurdaydı mesele yüksek ihtimalle.

http://www.youtube.com/watch?v=k8Mcv_zbnjM

6 Ocak 2014 Pazartesi

Bir Çocukluk Hüznü

6-7 yaşlarında olmalıydı o zamanlar. Mevsimlerden yazdı. Şort giydiğini hatırladı atlet vardı üstünde de. Erken uyanmıştı. O yaşlarda erken uyanılırdı. 
Oda penceresini açmıştı annesi ilk iş olarak. Masmavilik uzanıyordu gökyüzüne ve ılıklık giriyordu pencereden.
Sarılıklar doldurmuştu binaların görünen yerlerini. 
...
Bir gün önceden geleneksel fuar ziyareti yapılmış, lunaparkta oyuncaklara binilmiş, hayvanat bahçesi gezilmişti.
Ve kocaman renkli uçan balonlardan almıştı annesi bir de ona. Tüm gün elinde onla gezmişti. Otobüste patlar diye çok korkmuştu, tüm söylenmelere, balık istifi hizaya rağmen patlamamıştı balonu. Yolda sallarken oraya buraya çarpıyordu ama patlamıyordu. Patlamayan balon muydu yoksa? Bilemedi.
Eve getirebilmişti sonunda, odasına bırakmıştı. Tavana yapışıvermişti balonu. İpinden geri geçiyor sonra yine bırakıyor tavana yapıştırıyordu. Çok hoşuna gitmişti.
Hiç patlamasın istedi.
...
Günün sabahında uyandığında tavanda asılı kalan balonunu görmüştü ilk, gülümsemişti içten.
Biraz hava alıp elini yüzünü yıkayıp gelmişti hemen, balonuna baktı, lakin yerinde yoktu.
Aradı küçücük odada aranabilecek her yeri. Diğer odalara, antreye bakmıştı, yoktu.
Çok sevdiğinden balonunu, annesinin ya da kardeşinin saklamış olabileceğini, böylece bir şakayla karşılaşacağından emin gibiydi.
Tüm uğraş ve aramalarına rağmen bulamamıştı. Açık pencere dikkatini çekti sonra.
Biraz durgunca söyledi annesi. 
''Uçmuştur pencereden rüzgarla birlikte.''
Duyduğu en acı cümlelerdendi o zamanlar. Öyle gelmişti. Ağlatmıştı çünkü. 
Nasıl uçardı? Neden uçardı? Madem uçacaktı neden açıldı o pencere?
Çocuk aklıyla pek üzgün sordu durdu, tatmin edici değildi cevaplar. 
Pencereye çıktı yeniden.
Baktı gökyüzüne uzun uzun, görünürde yoktu.
Mavilik vardı alabildiğine, 
Ne tarafa uçtu kim bilir, diye düşünüyor üzülüyordu. Geri gelir belki diye ümit ediyordu, gelmeyeceği çokça anlatılmasına rağmen.
Çocuktu. İnançları katı, inanmadıkları da bir o kadar katıydı.

Neticede uçan balonu büyük bir hevesle uçup gitmişti. 
Gökyüzüne hevesli, uçmaya hevesli bir balonun hikayesi...
Hüzünlü bir anısıydı eskilerde kalan,
İlk kaybedişiydi belli ki o balon.

Aklında kalan ise balonun rengi bile değildi.
Mavi gökyüzü ve hüzündü o anının anahtar kelimeleri.
Başka hiç bir anısında böylesini istemediği.
...



5 Ocak 2014 Pazar

Uyan

Bir çocuk uyuyordu, adı Berkin. Uzun zaman olmuştu, uyanmalıydı artık.
14'dü uyuduğunda 15 olacaktı bugün. Uyuyarak büyümüştü, zorunda kalmıştı öylesine. Zorunda bırakmışlardı.
***
Küçükken babaannesi; uyu, uyumazsan bit kadar kalırsın, uyu da büyü, derdi. Uyuması için azarlardı, korkunç hikayeler anlatırdı, zorlardı uykuya bazen de. Ama uyumazdı o. -Mış gibi yapardı, -mış gibi yapmak en sevdiğiydi. İnanırdı herkes uyuduğuna ona gülerdi en çok da içinden.
Seneler sonra kendi haline baktığında içinden geçirirdi hep, belki de o uykuları uyumalıydım, diye. Geçti artık, çok geç.
Şimdilerde delicesine seviyordu uykuyu lakin daha önemli şeyler de vardı yapılacak, uyuyamıyordu dilediğinde. Uykudan nefret ettiği o günlerden nefret ediyordu artık.
***
Ve çocuk Berkin seviyor muydu uykuyu?
Sormamışlardı.
Uyuyordu Berkin, gerçekten uyuyordu. Aylardır uyuyordu. -Mış gibi yapmıyordu başkaları gibi, keşke yapsaydı. Ama yapmıyordu işte.
Doğum günüydü bugün.
***
Kardeşinin geçen haftalardaki doğum günü partisini hatırladı. Toplam 15 çocuk eğlenerek, bağırarak, oynayarak, coşarak ne de şevkli kutlamışlardı arkadaşlarının yeni yaşını. Gülüşlerini izlemişti çokça, karelemişti her anlarını.
Mutlu çocuk görmek onu da mesud ederdi epey. Çocuklarla mesud olduğu günlerdendi. 
***
Bugünü düşündü sonra. Bugün de Berkin'in doğum günüydü.
Acıdı içi, çok acıdı. Hiç bir çocuk böyle bir doğum gününü hak etmiyordu çünkü.
Adil değildi.
Kimse eşit değilse bile çocuklar eşit olmalıydı evrende. Bari onlar eşit olsundu.

Bir pazar sabahına tüm çocuklarla uyanmasını diledi Berkin'in.
Ve 15'ine gülümseyerek girmesini.
İnsanları uyandıramazdı, çekinirdi, evet,
Ama mümkün olsaydı Berkin'i yeni yaşına uyandırmayı isterdi.
Keşke olsaydı...



4 Ocak 2014 Cumartesi

Sesler çeker can

Hayat, Kusturica filmleri gibi değildi ona. O sadece öyle filmleri izler, gülümser, hüzünlenir, düşünürdü.
Ne farklı hayatlar vardı, ne gamsızdı bazıları,
Bazıları da ne çok dertli.
O, gamsız olamayanlardandı. Nasıl olunurdu, merak ederdi. Ama öğrense bile cesaret edemezdi. Onun dünyasında gamsızlığa yer yoktu. Lakin gamsız olanlara karşı da müthiş bir imrenme vardı.
*
Gün boyu kulağına akordiyon sesleri doldurmuştu.
Usul usul yürüdüğü bazı sokaklar geldi aklına. Fonda akordiyon seslerinin olduğu sokaklar.
Uzun zamandır duymuyordu, duymadığını hatırladı. Üzüldü biraz.
İzlediği filmde bol miktarda o sesten vardı ama, mutlu oldu. Belki de sadece o ses için tekrar tekrar izliyordu bazı filmleri.
Film bittikten sonra da doldurdu kulağına o sesleri, daha da dolduracaktı. Hep dolduracaktı zamanı geldikçe.
Bir şeyi sevince, isteyince, canı çekince suyunu çıkarana kadar devam ederdi eylemine. Huyuydu işte. Kurusundu.
**
Genellikle doğduğu, yaşadığı coğrafyadan hoşnuttu. Hoşnut olduğunu belirtirdi orda burda. Ama farklı coğrafyalar da aynı zamanda hep ilgisi olmuştu. Hep merak ederdi, etmeden duramazdı.
Sonra düşünürdü yine, şanslı mıydı gerçekten bulunduğu coğrafyadan?
Belki de bunun cevabını daha iyi anlaması için başka coğrafyaları solumak gerekiyordu biraz. O zaman anlardı şanslı mı değil mi. Zaten ademoğlu elindeyken anlar mıydı kıymetini? Bilir miydi ne denli şanslı olduğunu? Öyle olmadığını söylerlerdi mütemadiyen. Öyle gibi gelirdi ona da. 
***
Farklı bir histi akordiyon sesiyle içini doldurması. Tarif edemiyordu.
Sanki bir yel gibiydi. Usul usul yanaşan, ılık... 
Ama zamanla da serinleten.
Huzurun sesi gibi gelirdi bir de ona bu ezgiler. Anlamazdı nedenini.
Hep mi böyleydi, sonradan mı cevabını bilemiyordu. Bildiği tek şey duymak istiyordu o sesi ara sıra. Canı çekiyordu çokça.
Hem bir kez dinleyip sevince can nasıl çekmezdi?
Beri gelsindi bilen.

http://www.youtube.com/watch?v=XmgYCxFAwQI

3 Ocak 2014 Cuma

Masumiyet

*
Anlatılsın diyordu ya ara ara,
Belki de dün demişti öyle bir şeyler.
İşte böyle anlatmalardan bahsediyordu,
Uzun hikaye, karışık... dedikten sonra özeti geçilsin bir güzel.
Fonda çalsın bir müzik, ya da kuş sesleri yetsin.

Bazı anlatmalar canı çektiğinde izlerdi,
Dinlerdi.

http://www.youtube.com/watch?v=Q1wGfz4_epg

**
Bazı sesler sadece anlatmalı diye düşünürdü.
Sesler mühim.
Üslubu bir de.

***
Bazı adamlar da çok güzel sigara içiyor, dedi. Herkese yakışmayan bazı eylemler bazı insanlara çok yakışırdı. Savunmuştu bunu zaman zaman. Evet, bazı eylemler bazı kişiler içindi sadece.
****
Gece uyumadan yapılan şeyler oldukça önemliydi ona göre. İzlenilen son video, dinlenilen son şarkı, düşünülen son konu.

Evet, bu gecelik de hepsi tamamdı.
İşlem başarıyla gerçekleşmişti.
Karanlık da böyle iyiydi,
Her zamanki gibi.

2 Ocak 2014 Perşembe

Çocuk gözler

Hikayesini bilmek istediği insanlar geldi aklına, sıraladı şöyle bir.
Çoklardı. En yakınından hiç tanımadıklarına kadar bir liste vardı hikayesini dinlemek istediği, onun için beklediği. Anlatsalardı saatler boyu, günler boyu dinleyebilirdi. Dinlemeyi severdi çünkü.
Ama soramazdı, diyemezdi hikayen ne? diye. Lakin anlatsınlar isterdi yine de.
Anlatsın herkes.
Bilmediği şeyler duymak hoşuna giderdi.
Mesela neydi onun hikayesi? 
Ya diğerinin?
Peki ya ötekinin?
Anlatılırdı belki bir gün tüm hikayeler. Ne muhteşem olurdu, diye düşündü. Anlatılan hikayeler, çaylar, uyku çok bastırırsa ağır kahveler. Sütsüz- şekersiz. Ama hikayeli saatler, sabah etmeler.
...
*
Kanalları hoplatırken eski Türk filmlerine rast geliyordu kadın. 'Bu dursun' diye ani çıkış yapıyordu adam, duruyordu kanal. İyiki duruyordu, seviyordu o da çünkü öyle eski filmleri. Eskiler hep başka sevilirdi. Anlatmaya başlıyordu sonra kadın: ' Biz Almanya'dayken bu filmlerin kasetlerini alır, haftasonları toplanır izlerdik üç-beş aile. Gülerdik, ağlardık izlediklerimize, hallerimize. Gurbetteydik, her şey bize acıklı gelirdi. Ne saçma şeylere ağlarmışız meğer...' diye sürdürürdü konuşmasını. Dinleyen olmasa bile anlatırdı hep o kadın. Üşenmez, yılmaz, anlatırdı. Dinlenildiğini bilirdi çünkü. Susmazdı o yüzden.
Onun hikayesini onlarca kez dinlemişti. Tekrarlıyordu zaman zaman ama aralarda hiç duymadıkları da çıkmıyor değildi. O zaman pür dikkat izlerdi kadını, dikerdi gözlerini gözlerine.
Gözler dolmaya başladığında da hikayeler bitsin, bir daha da açılmasın isterdi. Göz yaşartan hikayelerin zamanı değildi. Onların zamanı hiç olmasındı zaten.

Eskiler demişken şunu duydu derinlerde bir yerlerde.
Dinleyelim bakalım, dedi. İyi gelir belki.
Geldi.
...



1 Ocak 2014 Çarşamba

Adı bir renk olsun

Başladık.
Biraz gri bir güne, biraz sessiz. Aksi gibi her şeyin.
Dün bir o kadar sesliyken ahali, gökyüzü parlaklığıyla göz alırken bugün aksi.
Ama pek ala da sevimli. Bilinmez neden.
Böyle bir mahsun, suçlu gibi sanki.
Bebek bu gün çünkü, afallamış bir halde, neler oluyor'lar dönüyor sanki kafasında.
Büyüyecek elbet, şimdilik böyle.
Bir kaç ay daha saf tavır takınacak, sonra gelişecek. 
Baharda çocuk olacak. Yazın gencecik bir hal alacak, sonbahar da bir yetişkin olarak karşımıza çıkacak.
Sonrası malum.
Ama bitmeyecek, karışırken tarihe biri yenisi doğacak şimdiki gibi.
Saf ve masum.
***
Temennisi, bu yeni doğmuşun adı bir renk olsun, gri harici bir renk olsun, güldürsün,
Zamanla çirkinleşmesin, üzmesindi. 
Belki de dedi, şimdilerde biraz bize de iş düşüyordur. Etki-tepki'dir belki de mesele.
Başlarken etkimiz almak istediğimiz tepkilere yönelik olmalıdır. Hem bizim yansımamızsa hayat, yansıtmalıyız tüm güzelliklerimizi...
Ve benzeri düşünceler doldurdu kafasına. 
İsteği, umudu, umduğu her şey çok açıkken yollar arıyordu yine kendine. Belki hatalar yapmıştı daha önceki başlangıçlarda, onu bulmaya çalışıyordu.
Hadi bakalım, dedi. 
Gri bir başlangıçtan bile masumluk, saflık çıkarmış, ilk adımını attırmış, atmıştı kendince.
Başlangıcı vadediyordu bir şeyler. İyi bir şeyler.

Bekleyecekti,
Sahi yaşamak başka neydi?