31 Ağustos 2013 Cumartesi

Ağustos'ları da severim Temmuz'lar kadar.

Yaz çocuğu tabiri vardır ya hani, bende onlardanım sanırım. Severim yazları.. Ne kadar bunaltsalar, nemden boğsalar da severim işte.
Ve sevmem yağmuru, çamuru.
En çok da sonbaharı malzeme yapıp hüzünden ölenleri sevmem.
Sonbaharı daha çok severim öylelerinden. Sarıdır, sakindir, acınasıdır çünkü.
Ölümü hatırlatır.. doğanın ölümünü. Ve beraberinde bir o kadar da yaşamak, der anlayana.
Tezatları birlikte var eden mevsimdir. Hüznüne çok kapılmadan yaşamak gerekir.
Yağmurlu günlerinde de elinde kahve ve kitabınla evinden çıkmayarak, şöyle pencere kenarında oturarak yaşamak.. Sonbaharın öylesini severim, öylesi sevilir zaten.

Ama Ağustos diyorum ben işte herşey bir yana, bitmeseydi.
Zaten anlaşılmayan bir yazın ne güzel zamanlarıydı ama hemen bitiverdi. Yine gelir elbet, gelecektir biliyorum ama bazen devamını bildiğin şeyler de sıkıntı verir insana.
Sanırım verdi de bana.
Ya da şehrin sonbaharından uzak kaldığımdandır bu sıkıntı. Bilemiyorum.
Dört sene farklı sonbaharlar yaşadım çünkü, benzemezlerdi birbirlerine. 
Ama bu sonbahar onlardan da ayrılacak gibi epey, başka bir sonbahar olacak sanki.

Ve biterken başlamalı hayat,
Yaz biterken sonbaharın başlaması gibi.
Neresinden bakarsak biraz da olsa hüzün kokuyor gibi bu zamanlar,
Yakalandık!

Yılın son yaz günü.


30 Ağustos 2013 Cuma

Ben sarı olandım.

Yaklaşık 16 yıl önceydi. 
Eğitim-öğretim hayatımın en başları, çok başları.
Harfleri öğrendik önce, onları ses olarak çıkarmayı, heceleri birleştirmeyi sonra, kelimeleri okumaları ve devamındakileri.
Öğreniyorduk sırayla.
Sonra renklere geldi konu. Biliyorduk elbet maviyi, beyazı, kırmızıyı ama anlam yüklemek gerekti belki hepsine.
Öyle demişti büyük ihtimalle öğretmenimiz. Yükledik bizde.
Gösteriler hazırlıyorduk, okumayı öğrenmiştik çünkü artık. Bayram yapacaktık.
Okuma bayramı dedik adına.
O anlam yüklediğimiz renklerle ilgili gösteri hazırlamıştık, herkes büründü kendi rengine, kendince.
Sarı'ydım ben.
Uzun bir hastalık dönemi geçirmiştim, 'sarılık' tı adı.
Manidar bulmuştum öğretmenimin bana bu rengi vermesini, sevmemiştim.
Ama gösteriydi ve görevliydim bende. Sarı oldum nihayetinde.
Güneşin rengiydi çocuk dünyasında, aydınlığın, gündüzün.
Ezberlediğim dörtlükte bu temalarla yaklaşık anlamlarda birşeylerdi sanırım. 16 sene..
Ve mavi vardı,
Yeşil,
Kırmızı ve beyaz. Bu ikilinin daha farklıydı anlamları, sonunda alkış getirmişti. Hatırlıyorum.
Daha evrensel mesajlarla bitiyordu gösteri.
Renklerin kardeşliği temalı sözlerle.
Şimdilerde çokca ütopik karşılananlarla.

16 yıl geçti üzerinden, bugün yine renklere uyandım.
Belki de griye.?
Git gide grileşen çevremize, dünyamıza baktım.
Bunu bize yapanlara bir kez daha kızdım kendimce.
Renklerimizi solduranlara, silenlere,
Sonra en azından dedim, 
En azından kırmızı ve beyaz hala birşeyler ifade ediyor ?
Gün de 30 Ağustos' ken hele.

Velhasıl kelam,
Bu da sayın griseverlere.


29 Ağustos 2013 Perşembe

'Şarkılar seni söyler' derdi bir şarkı.

Şarkılar seni mi söylermiş?
Bizi mi yoksa?
Söyler. İnanırım ben.
Tam uyku kapıyı çalmış iken bir de şunu dinleyeyim dersin, açarsın, dinlersin. Meşgulsen aldırmazsın sözlere. Kafan meşgulse ya da parmakların.
Bir kez daha dinleyeyim dersin, tekrarlarsın dinlemeyi.
Durursun, sözlere takılmışsındır.
Bir kez daha dinlersin sözlerine kulak vererek.
Sonra bir kez daha ezgisiyle birlikte bütünleştirerek dinlersin.
Bir kez daha dinlersin, bir kez daha..
Dinlemeleri sayamazsın,kaç olmuş, sayısını kaçırırsın.
Saat de 2'dir, belki 3 olacaktır. Sabahı bulacaksındır belki.
Ama kafa meşguliyetini bulmuştur artık.
Düşünür şarkılar boyu. İşi de yoktur çünkü. Hele ki gecenin bu saatlerinde..
Düşünsündür.

Daha önce düşündüğü şarkılar gelir sonra akla. Şimdiki kadar etkili değildir hiçbiri.
İyiki de etkili değildir.
Her şarkı kendi zamanında düşündürmelidir çünkü.
Zamanları geçmiştir bazı şarkıların.
Vedalaşmışsındır çoktan.
Aniden duyduğunda bir iç çektirtir belki ama etkisi diyorum hani, azalmıştır. 
Anlarsın.

Ama hayat bu, yeni şarkılar sunar önüne, yeni hikayelerle.
Farklı şarkılar, farklı hikayeler.
Ve ne tesadüf o şarkılar da bizi söyler.
Hepsinde buluruz kendimizi.. bir köşesinde, bir dizesinde, bir kelimesinde belki?
Varızdır işte, var olmuşuzdur bazı şarkıların içinde.



Bunaltıcı bir Ağustos gecesinin ne güzel şarkısıdır, uyku açan cinsten.








28 Ağustos 2013 Çarşamba

Dün bir kedi sevdim. Tekirdi. Ve yavru. 
Herkesin aksine bana sevimli gelir sokak kedileri. Severim, çok severim. Mıncıklayarak hem de. 
Açlık ve susuzluk sorununu çözdüm sıra diğer sorunlarına geldi.
Sevilmek istiyordu hem de çok sevilmek istiyordu ve nasıl da belli ediyordu bunu.
İmrendim miniğe. Vay be dedim, sen istersin de sevmez miyim ben seni.
Sonra alıştı. Sevgilerin sonundaki alışmalardan hani. Sevenine alıştı. Ayakaltı dolaşmalara, takiplere başladı. 
Ve bakıyordu gözlerime, sevdim gözlerindeki derinliği.
Baktım bende, çok baktım.
Meğer ne istiyormuş dedim sevilmeyi, ilgiyi. 
Muhtaçlığın en kötülerinden değil miydi zaten kendileri?
Muhtaç bırakmadım, bırakamazdım.
O beni sevdi diye mi sevdim, yoksa tam tersi miydi durum? Bilemedim.
Ama anlaştık. 
Sahiplendim, kapı önü kedisi yaptım onu.
Benimsedi o da hemen, istediği zaten buydu gibi geldi bana. 
4 duvar arasına sıvışmak isteği de vardı belki ama buna müsade etmek hayatı zindan etmek demekti ona. 
Anlayacak dedim zamanla.

Şaşırttı tepkileri miniğin. Birine benzettim ya da hatırlattı diyeyim.
Sevmeyi ve sevilmeyi seviyordu ama daha çok sevildiği için seviyordu.
Ufacık bir sevgi parçası gördüğünde ya da hissettiğinde ise alışıyordu, bağlanıyordu.
Tanıdıktı, evet çok tanıdıktı.

Ve çekip gidecek dedim belki de birkaç güne.

Kedidir kedi, dedim.
Kedisin, kedi.






27 Ağustos 2013 Salı

Şaka?


26 Ağustos.
Bir pazartesi. 
Sığacık.
Pek gitmediğimiz, görmediğimiz yerlerdendir hani kendisi.
Bir cümle çarptı gözümüze yol ortasında;
'Yaşam bir şaka gibi' diyordu tam da 'şaka gibi' olduğunu düşündüğümüz zamanlarda.
Düşünülmüş bir zamanlar dedik, sevindik yalnız olmadığımıza.
Şaka gibi bir dünyada, şaka gibi bir memlekettik ve etrafımızda şaka gibi olaylar dönüyordu.
Daha da dönecekti.

Anı olsun dedik sonra. Anı biriktirmeyi severdik biz, hem de çok.
Biriktirdik.

Ve yaşamın şaka gibi olmasının yanında çok gerçekçi hallerini de bilirdik biz. Gerçeğini yüzümüze çat çat çarptıklarını da. 
Ama çaktırmazdık genelde. İnsanoğlu çaktırmaz çünkü bazı şeyleri. Çaktırmamalı.
Bu yüzden 'şaka gibi' der geçeriz hayata belkide.?
Şaka gibi. 
Şaka şaka.


25 Ağustos 2013 Pazar

İnsanlar huysuz doğmaz,huysuzlaşır

İnsanlar doğuştan iyi ya da kötü olabilir mi? Freud amca 'evet' der. Hatta insanın kötü yaradılışlı olduğunu savunur. Cinsellik der saldırganlık der. Katılırım çoğu noktasına ama inanmak istemem doğuştan kötülüğe. Sosyal çevre derim, gelenek-görenek derim, din derim. Onlar insanları kötüleştirir ya da iyileştirir. 
Düşünürüm sonra, izlerim çevremi,herkesi. Kendime bakarım bir de. Kötü mü doğduk biz de? Hep böyle huysuz muydu ruhumuz.? -Hayır, der iç sesim, saçmalama.
Düşün der çocukluğunu, saflığını, neşeni, mutluluğunu ve sonra huysuzlaşmaya başladığın zamanları, umutsuzluğa sürüklendiğin anları, mutsuzluklarını.
Ben huysuz doğmadım arkadaş, sonradan oldum. 
Hatta tam huysuzluk da sayılmaz benimki, dengesizlik derim adına ya da sıkıntı. Dört duvar arasında kalmaktan, işsizlikten, taze mezun olma durumundan. Mazeretim baya çok da dıştan bakılınca 'huysuz şey' diyen de çok işte. Desinler efenim desinler. Yaftalamak bedava memlekette.
Kendimle hesaplaşmam bitince de düşünürüm arda kalanları. Onlar da derim huysuz doğmadı. Sonradan olmuştur sonradan. Bazılarının sonradan olduğuna ne kadar zor inansam da öylelerdir.
Ahh sosyal insan. Nedir senin çektiğin?.
Doğduğunda mükemmelsin aslında ama işte zaman senden bir canavar yaratıyor. Düşünen, düşünmeyen korkunç canavarlar. 
Ama üzülme sonuçta sosyal insansın sen.
Zamanla daha da modernleşen insan.
Çağ atlayan,atlatan insan.
Yapayalnız insan.
Ve bu yalnızlığı başladığı an huysuzluğu azan insan.
Dert büyük azizim. Yaradılış deyip susmalı belki de. Herkes gibi.

Ben inanıyorum yine de.
Kimse huysuz doğmadı.
Huysuzlaştırıldı.





Üzerimdeki ağırlık kalktı, kalp gözüm de açıldı

Böyle buyurdu teyze.
Ağırlık dedi, cidden vardı öyle bir şeyler. Sıkıntı mı desem, bunaltı mı desem yoksa hararetten mi karar verememiştim kendimce. Ama ağırlık dıştan da belli oluyordu demekki.
Panikledim birazcık, o kadar mı dedim?
Tamam sıkıntı-stresimi saklayamam ben belli ederim ne varsa ama bu kadar da belli olmamalıydı.
İnsan içinde göze çarpmamalıydı. Ama çarptı, sanırım.
Demeliydim belki de teyzeye : Ben evin büyük kızıyım, ağırbaşlı olanı hani, diye.
Demedim. Başka ağırlıktı kastettiği. Biliyordum.
Geçer mi dedim, geçermiş. Reçete yazdı,uygula dedi. Güldüm. Ama uyguladım da.
Lisans mezunu insanlar da aptallık yapar. Hatta yükseklisans mezunları da. Siyasetçiler ama en çoğunu yapar. Ve hocalar da yapar aptallık. Bakkal amca da.
Neyse, herkes yapar neticede. Bir mecburiyetmiş gibi yapılır, hem de hiç dikkat çekmez. 
Belki de bu yüzden ısrarla yapılmaya devam edilir.
Bir gün yapılır, iki gün, üç gün...
Sonra sonuca bakılır değişiklik var mı diye. Olmadığı görülür. Zaten olmayacağını bilerek yapılmıştır.

Bir de sonunu bile bile yaptıklarımız,
Şüphesiz yapılan en büyük aptallıklardır onlar.
Ama yapıldıysa da daha fazla düşünülmemeli daha çok aptallaşmamalıdır ademoğlu.

Ve öyle buyuran teyze; bilmeyecek ve okuyamayacak olsan da sana bir takım laflar hazırladım.
Demiş ya hani Aziz Nesin 'Türk halkının yüzde 60'ı aptaldır' diye. Bu laftan yola çıkarak ye sende ekmeğini, ye. Ama o yüzde 60'a dahil etme kendini de.
Bu kadardı.
Üzerimdeki ağırlık kalktı,kalp gözüm de açıldı. 


24 Ağustos 2013 Cumartesi

Ey Kaystros!

Tanrı Kaystros,daha çok bildiğimiz Ephesos'un babası, ismini sevdim. Namını da.
Gerçi namın biraz karışık sanki ?
Roma dönemi nehir tanrısı diyen de var, Kaystros çayının tanrısı diyen de. O da bizim Küçük Menderes'miş ya zaten. Olsun. Kaystros demek daha afilli.
Neticede su ile ilişik bir tanrısın,severim su ile ilişik şeyleri.
'Su hayattır, hayat güzel' demişler, katılırım bazı kısımlarına.
Hem susuz hayat olmaz, çok sulu da olmadığı gibi.
Su savaşları falan çıkacak daha yakında, bize öyle dendi zamanında.
Bekliyoruz bakalım, gecinden verecektir belki yukarıdaki.

Amacım suya değinmek değil tanrıya değinmekti ama sulandı bay tanrımızın namı yüzünden.
Ama hakkını yemeyelim asil bir duruş.


Ve tanrı konusunu es geçerek diyorumki İzmir'in güneyinde tarih kokan minik bir ilçe var, adı Selçuk.


Rüyalar gerçek olsa mı?

Çok rüya görürüm. Bazen de hiç. Hiç görmediğimde daha mı mutlu olurum daha mı rahat daha kestiremedim. Sadece kafamdaki boşluk büyür gibi gelir rüyasız geceler sonrası.
O yüzden görmek isterim, iyi ya da kötü. Uzun ya da kısa. Karmaşık ya da sade. Saçma ya da gerçekçi. Göreyim derim, göreyim gitsin.
Ve genellikle de görürüm.
Bazılarını uyandığım an unuturum, bazıları ise günümü hatta o haftamı bunaltabilir. O derece etkiler, içten sarsar.
Ama onları bile severim.
Yaşadığımı hatırlatırlar bana. Dedim ya sarsarlar çünkü.

Bazı rüyalar da uyumamışım gibi hissettirir. Yoğun ağrılarla güne başlatır.
Sabah mahmurluğu suratsızlığına rüyanın bünyeye etkisi de eklenince çok çekilir bir insan olmam, olamam.
Sonra düşünürüm, 'ulen bilinçaltı..' derim, nelere kadirsin. 
Büyük oyunlar oynar bilinçaltım, tehlikeli oyunlar.
Yapma etme'yi de dinlemez hazretleri. Yapacağını yapar.



Ve bazı rüyalar sonrası deli bir film kahramanı güzel çocuk Stephane gelir aklıma. Onun kafasına bürünür kafam. Ayırt edemez. Rüya mı gerçek mi karmaşasına düşer aklım. 
Sonra güler geçerim hallerime, hallerimize.
Ne güzel oynar kerata derim.
Eklerim, teşekkürler Michel Gondry.




''Beyin evrendeki en karmaşık şeydir. Burnun tam arkasında bulunur.''



Yüzümü döktüğümde;


*Gece şarkısıdır benim için. 
  Gündüzleri dinlemem.
  Öyle derin anlamlar da barındırmaz içinde. Severim sadece.
  Kısa ve özdür.
  Ama sevmemin nedeni de değildir öyle olması.

  Ve adamımız şöyle seslenir malum küçük kıza:

'Yüzünü dökme küçük kız 
Yaşamın anlamını bul 
Sonra dinle kendini 
Yolunu bil '




Bir mezunkız varmış, bir de onun kafası

Sene 2013, ve bu kız artık mezun.
Öyle kelebekler, 'oh bee..'ler demeyip mezun olanlardan hemde.
Ağlayaağlayagözlerişişengillerden.
Mutsuzluğu abartanlardan.

4 sene sonunda teoride öğretmen olup mezun oldum,evvet. 

Öğretmen hanım kızımız oluyorsun bir anda.
Hem de nasıl.





Sonra terkediyorsun 4 seneyi, 

Apar topar hemde, birşey anlamıyorsun.
Geride kalıyor HERŞEY.
''HERŞEY'i çeşitli şekillerde doldurmak mümkün. Doldurulur.''






Gençlik yıllarının gözde büyüyen gecelerinden biridir 'üniversite mezuniyeti.'

Gözümde büyüttüğüm kadar vardı, pişmanlık duydurtmadı.
Ama o mutluluk anlarında bile aklımda, ya diyordum, naparım haftalar sonra? terkedince şehri? gidince?




















Sonra ben gittim. Daha doğrusu geldim.

4 sene gitgel yaptığım Eskişehir-İzmir yolu bu sefer bir terkedişe sahne oluyordu.
Gitmeleri oynuyordu farklı farklı.
Ve başlıyordu sorular peşi sıra...
Üzüldün mü ayrılırken kızım?
Öğretmen mi oldun sen artıkkk?
KPSS nasıl geçti?
Bakalım nerelere atancaksın?
Aman kızım doğuları da mı yazcaksın?
Hııı, hayırlısı kızım üzülme. Eee napcaksın bu sene İzmir'de?
Vs.vs.vs.
Bazı teyzeler soru sorma makinasıdır ya hani.

Ve ben sadece mezun oldum bu sene. Belki başka şeyler de olurum ama,sırayla..

Şimdilik 'tazemezunkız', atanamasam da 'öğretmenhanımkızımız.'




23 Ağustos 2013 Cuma

At Çarpsınki!

2 sene önce İzmir yazı, yine çok yaz'dı. Bilen bilir, dışarı çıkılmaz yüzmeye falan gitmeyeceksen. 
İşte o yaz'lardan birinde bir diziyle tanıştım, tanıştırıldım.
İyi geldi, hem de çok iyi.
Öyle takıntılı bir dizikolikliğim yoktu geçmişte, hiç olmamıştı. 
Tv sonuçta aptal kutusuydu ya.

Sonra, nasıl olduysa evlat edindim Leyla ile Mecnun'u.
İsmail abi'm üzüldü ben daha çok üzüldüm. Mecnun dertlendi eşlik ettim. Hatta etti'k. 
Düşündük dostlarla çoğu zaman; biz mi sorunluyduk yoksa karakterler mi çok biz'di?
Net cevaplara ulaşamadık. Biraz birazdı yine hepsinden.




Ve şaka gibi olaylar peşi sıra gerçekleşirken ülkemizde, bir yenisi daha eklendi.  Sözde reyting uğruna son verdi TRT diziye, bitirdi. Aslında direndiler de bitirdi. Ve bunu herkes bildi. Ayıp edildi, hem de çok ayıp edildi.
Ve ayıp sadece bize edilmedi. Mecnun'a, Yavuz Abi'ye, İsmail Abi'ye, İskender Baba'ya ve Erdal Bakkal'a edildi ayıp. 





Ve diyorumki,
O insanlar, o atlar..
'O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler.'
Üzdüler.
Bu sefer üzdüler.
Konuşmak istemediğim zamanlarda yazmayı da istemem.
Ama bazen de tam tersi olur.
Konuşmak istemem ama deli gibi yazasım gelir.
Çok yazasım.
Rahatlarım yazarken, ama çizerken değil,
Annem çizerken rahatlar, resmederek huzur bulanlardandır,
Anlamam.
O iş sanki fazla uğraş gerektirir gibi gelir bana, rahatlama da neresindedir? derim.

Bir de gökyüzü rahatlatır beni. Maviliği.

Mesela bu benim.
Gökyüzüm.

Başlıklar diyorum. Şart olmasalar?
Küçüktüm,ilkokul yılları henüz.
Bir tema, konu verilirdi hani,
'Yazın' derlerdi.
Yazardım bende sayfalar dolusu, sıkıntı çekmezdim.
Ama o başlık koyma meselesi varya..
Çok işkenceydi bana, çok.
Hala mı öyle diye düşünürüm zaman zaman.
Belki de derim.
Belki.

Velhasıl kelam başlarım,

Ve sorarım;