29 Mayıs 2014 Perşembe

Birinci Tekil

...
Bir yaz günü acıklı bir film izlemiştim. Epey acıklıydı ama. Öncekilerle kıyaslanmıyordu, kıyaslayamamıştım. Ki kendimi öyle filmlerle büyütmüştüm ben. Alıştırdım sanırdım her türlü acıklı ayrıntıya. Ancak yanıldığımı anladım. Meğer ben ufacık acıklı  sohbetlere bile dayanıklı değilmişim, hiç değilmişim. 
Neyse, filmin etkisinden uzun bir süre kurtulamadım. Önceden de etkisinde kaldığım acıklı filmler çok olmuştu. Günler, haftalar, aylar sürmüştü bazılarının etkisi. Hatırlayıp hatırlayıp acıtmıştı beni. Bu sefer de öyle olacaktı işte. Bekliyordum, acıklı bir film olacağını biliyordum ancak kestirememiştim işte dozunu. Fazla gelmişti. Derken başka bir film başladı birden, aslında istemeden. Başlamışken dedim, izleyeyim o zaman. Başladım izlemeye. İzledim, izledim, izledim. Sonunu bekledim filmin. Ama bitmiyordu bir türlü.
Her film biterdi elbet, biliyordum. Lakin onca izlememe rağmen bitirememiştim o filmi.
Şaşırıyordum kendi kendime. Bir yandan da izlemeye devam ediyordum. Hep sürsün istiyordum. 
Bitmesin istiyordum vakit geçtikçe. Saçma ama istiyordum işte. Bitmeyen film olsun, ben izleyeyim, istiyordum. 
İstedim diye mi bilmiyorum bitmedi film. 
İzliyorum hala. Hani bir şey olmasa da izliyorum. Bir şey olmayacak olsa da izliyorum.
Zaten bir film. Ne olabilir, diyorum kendi kendime. Ne bekliyorsun ki? Ne bekliyordun ki? diyorum.
İzliyorum.
Gözlerim acıyana kadar izliyorum.
Bitecek elbet, biliyorum. Üstelik sonu mutlu da bitmeyecek, onu da kestiriyorum. Hem filmlerin sonu mutlu bitmez ki hiç. Birileri için belki ama, herkes için sonu mutlu biten filmler yoktur. Biliyorum.
Ve izlediğim filmin sonu da öyle olacak, diyorum soranlara. 
Sonunu bile bile mi izliyorum?
...

Filmin sonunu beklerken vazgeçtim 3.şahısı anlatmaktan. Sıkıldım belki de. Bundan sonra pek ala böyle işte. O kız yok. Böylesi var. Birinci ağızdan. Aslında hep olduğu gibi ama artık uzatmak yok, dolandırmak yok. 
Gerek yok.

Sonra... Sahi ben,
Aslında filme hiç başlamadım değil mi?
Yazık.
.

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Vahim

...
En zoru kendisini anlatmaktı. Ya da kendisini anlamak.
Ama çoğu zaman ikisi de zor gelirdi ve zor olan her ne varsa sevmezdi, sevmek de istemezdi. Esasen son zamanlarda hiç bir şey istemiyordu.
Ama en çok da kendisini anlatmak istemiyordu. Bir de kendisini anlamak.
Beceremiyordu da zaten. Becermek istese belki becerirdi ama işte istek... Mühimdi. İsteksizdi çevresinde olan biten her şeye karşı. Hem zaten neden istekli olsundu. İstekli her insan sinirini bozuyordu. Coşkulular da. Gereksiz mutlu olanlarda. Saçma sapan mutsuz olanlar da sinirini bozuyordu.
Ve evet, havalar ısındıkça durumu daha da bunaltıcı bir hal alıyordu. Sıcak hava, fazla nem, ılık esen bazen de esmeyen lodos...
Vahimdi hali.
Karamsarlıktan ölen var mı acaba? diye sormuştu geçenlerde arkadaşına. Belki ilk biz oluruz, demişti o da. Yadırgamamıştı hiç soruyu. İnsanlar artık yadırgamıyordu.
Ama o çoğu zaman kendisini yadırgardı. Yadırganmayacak gibi değildi çünkü. 
Anlamıyordu.
Anlaşılmıyordu.
Çünkü istemiyordu.
Sebepler çok tekdüzeydi. Basit bir de. Ama öyleydi işte.

Bir gece yarısı yazmak istediğinde yazıyordu saçma sapan, anlatmak istediğinde anlatıyordu umarsızca, amaçsızca. Ötesi imkansızdı zaten. İmkansız kılıyordu.
Hayatını bazen bu şekilde çok zorlaştırıyordu. Zoru sevmediği halde.
Ve anlaşılmazlığı işte böyle sebeplerden geliyordu.
Lakin durmak istemiyordu bunların üzerinde. İşsiz ve de sıkkın bir ruh halinin suçu, günahı olmazdı. Olsa bile hafif kalırdı onca pisliğin içinde. Ona öyle geliyordu.

Ve evet, kendisi ne kadar anlatmak, anlaşılmak istemiyor olsa da isterdi birilerini anlayabilmeyi. Ama gerçekten isterdi.
Ve evet, bilirdi de iki insanın birbirini anlaması için gerekli olan herşeyi.
Ve evet en çok imkansızlığı bilirdi. Onu en iyi öğrenmişti.
İmkansız diye bir şey kesinlikle vardı. Yok diyen halt etmiş, diyordu.

Ve evet, tüm bunların ötesinde her şeyin mümkün olduğu bir düş dünyası da vardı. O, en çok o dünyayı seviyor, orada mutlu hissediyordu. Emin değildi, öyle gibiydi. Gibi.
Ama artık orada bile sıkılıyordu. Sıkmıştı. Hem de çok.

Ve evet, bu yaptığı bir çeşit kendini anlatmaydı. Zorla değil, içten gelen. Öylesine, belki rahatlatır diye.

Ve evet. Demişti işte. Vahimdi.
.

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Kara

''Aklım başımda değildi, küfür gibi huzursuzdum...'' diyordu şair bir şiirinde. Hatırladı, hatırlattı. Öyleydi kendisi de. Küfür gibi huzursuz.
Ama muhakkak ki babasını madende kaybetmiş çocuklar kadar huzursuz ve de mutsuz değildi.
Kocasını, sevgilisini, bir tanesini karalar içinde çıkarmışlar kadar da huzursuz değildi.
Biricik oğlunu yerin dibinde bırakan analar kadar da huzursuz değildi.
Eşini, dostunu, sevdiklerini lanet olası bir felakette kaybetmiş kimseler kadar değildi huzursuz.
Ve yerin bilmemkaç metre altında yanı başında arkadaşlarının ölümünü izleyen, tanık olmak zorunda kalan o güzel yürekli abiler kadar da huzursuz değildi.
Bazı huzursuz ve mutsuzları düşününce aslında o kadar huzursuz ve mutsuz olmadığını anlar ama yine de onları düşünmek bile huzursuz kılardı onu.
Öyleydi işte. Başkalarının huzursuzluğu elbette ki huzursuz etmeliydi. Ediyordu kimilerini.
Esasen herkesi huzursuz etmesi gerekiyordu ona göre. Yanı başında bir huzursuz çocuk, ana, eş, adam varsa huzursuz olmalıydı insan. Bari onu becerebilmeliydi.
Ama olmuyordu işte.
Kimileri asla huzursuz olmazdı.
Bir kuru mezar başında boncuk boncuk gözyaşı akıtan çocukları görünce bile huzursuz olmaz, yerde tekmelenen insanlara bakınca da olmaz, ağlayan, feryat eden insanların sesini duydukça da huzursuz olmazdı. Olmazdı işte. Fıtratında huzursuz olmak yoktu. Muhtemelen olmayacaktı da ahir ömründe. Yazıktı!
...

Ve ne huzursuzum, diye düşündü kız. 
Sahi ne huzursuzdu.
Zaten huzur neydi ki ona göre?
Belki kafasını boşaltmak, hiç bir şey düşünmeden kahvesi elinde bir Zeki Demirkubuz filmi izlemekti. Zaten sonrasında yine huzursuz olurdu.
Ya da dalga sesini dinlemekti, gözlerini kapatıp. Ama sonrasında muhakkak bulurdu huzursuz olacağı bir husus.
Belki bir kaç dokunuş lazımdı huzur için. Sihirli bir kaç dokunuş.
Ya da bir ses.
Veyahut tek renk bir oda huzur getirebilirdi, kafa karıştırmadan. Düşüncedeki huzur bulma yollarıydı bunlar.
Reelde en huzurlu olduğu anları anımsamaya çalıştı tekrar. Aklına yolculukları geldi.
Evet.
Her yolculukta bir garip huzur bulurdu kız, huzursuzluğunu bastıran. 
Başka bir huzurdu o hissettiği, özgür hissetmesiyle alakalı olsa gerekti.
Vardı bir kaç anı daha huzuruyla alakalı, dillendirmeye gerek duymadı.
Zaten ne gerek vardı.
'Gerek' konusunu düşününce de kocaman bir hiçliğe sürükleniyordu kafası. Engel olamıyordu o sürüklenmeye.

Karışıktı kafası.
Ve huzursuzdu herhalde biraz. BİRAZ değil birazdı işte.
Belki de en huzurlu zamanlarıydı da farkında değildi.
Fark etmek güçtü. Zordu. Çok.
Fark etmek bile istemiyordu.
Üzülüyordu olan bitene, iğreniyordu bir de gördükçe, izledikçe, duydukça.

Dünya sahiden de acayip karanlıktı. Kapkaranlık.
Karartıyordu herkesin içini.
Karartmıştı çoğununkini.

Zamansız karartmışlardı bazılarını. Karartıyorlardı da durmaksızın.
Karartmasalardı.
Kara....

...

11 Mayıs 2014 Pazar

Kusur

... Kördü o genç. 
Maviyi anlat bana, dedi sadece.
Düşündü kız, uzunca düşündü. Bulamadı, bulamazdı da. 
Nasıl anlatılırdı uçsuz bucaksız denizi?
Gök nasıl anlatılırdı?
Çocukların tekmelediği topun rengi,
Üstündeki tişörtünü betimleyen o sıfat nasıl anlatılırdı?
Ya gözler?
Nasıl anlatılırdı o kör gence?

Anlatamadı.
Anlatmayı denemedi bile.
Midesi acıdı fazlaca, içi acıdı.
Anlatamadı.
Anlatamayacaktı da sonralarda. Öyle seziyordu.
Ve en önemlisi de istemiyordu anlatmak.
Elbet rengini bulacak ve sonra görecekti herkes.
Zamanını beklemesini önerdi gence. Zaman mühim dedi.
Renkler ise karışık.

Mavi ise karmakarışıktı.
Belki de öğrenmemesi daha iyiydi.

Sonra bazılarının da asla öğrenemeyeceğini, göremeyeceğini, bilemeyeceğini  düşündü kız. Ne acı, dedi.
Ne acı.
Bazıları sadece karanlığı bilecek, karanlığı sevecekti.
Maviler düş kalacaktı.
Ve kırmızılar. Ve diğerleri...
Aslında en güzel halleri de düşlerde idi.
Ötesi kusurdu.

Ve, evet. Kusurlara da bakılmamalıydı bu diyarda.
Herkes kendi dünyasının kusuruydu biraz, sonuçta.
...
http://www.youtube.com/watch?v=MhnpWOTbpDA

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Zaman zaman

...
Huzursuzluk dolmuş, taşmıştı bünyesinde.
Rüyaları kabuslara evrilmişti.
Ruhu hasta ediyordu artık onu. Her zaman ettiği gibi. Biraz daha fazla ama.
Ve korkuyordu esasen duyduğu, gördüğü, okuduğu her şeyden.
Garip bir korkuydu.
Hatırladıkları.
Hatırlayacakları.
Ola gelen şeyler korkutuyordu onu sebepsiz. 

Bazı hislerin daha'sını yaşayacağını bilirdi. Bazılarının ise asla tekrarlanmayacağına kanaat getirmek üzereydi bu günlerde.
Korkusuna sebepti belki de bu.
Bilmiyordu yine. Bilmek istiyordu. Teyit ettirme ihtiyacı duyuyordu bazı bildiklerini, sonra vazgeçiyordu.
Fazla vazgeçiyordu bu günlerde. Çok vazgeçiyordu.
Ve evet, vazgeçemediği şeyler vardı bir de.
Hiç vazgeçemeyecekleri de korkutuyordu işte.

Karanlık da pekişiyordu git gide içinde. Kapkaranlıklaşıyordu her şey.

Dışarıda ise alabildiğine mavilik uzanıyordu günden güne daha da fazla göz dolduran bir şekilde. Sonra kuşlar, sesleri...
Sonra yine gökyüzü.
...

Düşündü sonra;
Bir daha hissedemeyecek miydi kız?
Bir daha bakmak, duymak, sonsuza dek dinlemek istemeyecek miydi?
Acıydı tüm düşündükleri.
Acılaşıyordu.
...

Bir yangındır alıp gidiyordu. Götürüyordu.
Zaman zaman.
Her zaman.
Zaman.
http://www.youtube.com/watch?v=nharBl-YYxE


1 Mayıs 2014 Perşembe

Sonsuz

Bir sonsuz yağmur yağıyordu bu sıra şehrine. Onun kafasına da bin bir türlü düşünce, hayal bazen de felaket senaryoları yağıyordu. Anılar yağıyordu. Sıkıntılar bir de.
Günler yağıyordu günler. Durmuyordu. Durduramıyordu.
Günlerle beraber şarkılar da yağıyordu. Kalırlar mıydı hiç. Yağarlardı elbet.
Fotoğraflar yağıyordu sonra. Geceler. Konuşulmuşlar. Konuşulmamışlar yağıyordu.
Gözler yağıyordu.
Yüzler.
Avuçlar.
Sonsuz yağıyordu, sonsuzluğa.
...

Gün boyu izledi yağan her şeyi. Biraz penceresinden seyretti, biraz da içine göz gezdirdi.
Karmakarışık, darmadumandı ortalık.
Göz gözü görmüyordu, grilik karanlığa meyletmişti bugün.
Bugün.
Birileri ölmüş, birileri doğmuş, birileri delirmişti muhakkak.
Birileri için dünyanın en mutlu günü bugündü, birileri için olmaması lazım gelen...
Birileri bugünü not almıştı bir kenara, birileri hatırlamıştı seneler sonra.
Birileri daha fazla sevmişti bugün, birileri ise beklemeye devam etmişti sadece.

Bahar da bitiyordu işte, bir yılın daha baharı geçip gidiyordu. Onu haber etmişti 'bugün.'
Nisan'ın son, Mayıs'ın ise ilk saatleri.
Saatler.
Saat.
01.25
.
Çok geçti. Yoksa erkendi miydi henüz?
Zamansızdı işte.
Zaman... 
Yine.