30 Kasım 2013 Cumartesi

Kusura bakmayın

Bazen şarkı sözlerini tercüman ediyorum duygularıma. Zorla yapıyorum bunu hem de. Hatta bazı zaman da değil düşününce, çoğu zaman.
Ama seviyorum.
Anlatmak isteyip de anlatamadıklarımı, ya da anlatmak isteyip de çok üşendiklerimi şarkı sözleri anlatıyor işte, fena mı? -Hayır.
Şöyle oluyor ki:

''Kusura kalmasın dünler
Kusura kalmasın şimdiler
Hiç kusura bakmayın yaz
Kusurum kalmasın kış
Biraz bekleme zamanı
İçine dönüp birikenleri atmak zamanı
Kirlenmiş çamaşırları atmak gibi sepete
Yenisini giyememek gibi pat diye
Biraz çıplak ayak
Biraz arsızca gezinmek
Biraz sorumsuz kollarım düşük yanıma
Belki denizi dinlemek sağırcasına
Hiç duymadığım konuşmaları dinlemek
Kusura kalmasın düş
Kusura kalmasın ten
Hiç kusura bakmayın yarın
Kusura bakma
Biraz çekilme zamanı
Gözünü kapatıp içini duyma zamanı
Ter basmış gömleğini çıkarma telaşı
Sakini arayıp dolapta o eskinin yanında
Bazen görürsün, delirdiği gibi gülün kendini
Görürsün aynada
Senden kalan eskide
Senden bulduğun yeniyi
Görürsün o eski aynada
Dostlar savruk duymazlar ki sesini
çok uzaktayım deyip kapatırsın telini
Kusura kalmasın düş
Kusura kalmasın ten
Hiç kusura bakmayın yarın
Kusura bakma
Biraz çekilme zamanı
Gözünü kapatıp içini duyma zamanı.'' 


Ve kusura bakmadan, sadece sözlerle yetinmeyip nadide parçayı da dinlemek gerek azizim.
Eksikliktir dinlemeyene.
Büyük eksiklik.

Amabizeksikliğisevmeyengillerdeniz.



28 Kasım 2013 Perşembe

Çekmece

Söylenmesi zor cümleleri düşündü kız gün içerisinde, düşünmese ölürdü çünkü, 
Sıralıyordu teker teker kafasında.
Ne çok söylenmemiş cümlesi vardı kızın, yenilerini çıkarıyordu sürekli. Sonra başkalarının söyleyemediği cümleleri düşündü. Yarım kalanları. Hep yarım kalacakları.
Tamamlansaydı da farketmezdi bazı cümleler, ama tamamlanmalıydı. Tamamlanmadı.
Aslında herkesin söyleyemediği cümleler eşdeğerdi birbirleriyle.
Kimisi 'Özledim.' demeye çekiniyordu.
Kimisi 'Defol'' diyemiyordu. 
Bazıları 'Hayır'lı cümleler kuramıyordu, daha da katlanılmaz kılıyordu aslında çok da katlanılır olmayan hayatlarını.
Bazıları da 'Sevmiyorum', 'Nefret ediyorum' diyemiyordu. Ömürleri boyunca söyleyememişler, söyleyemeyeceklerdi.
Ve belki de en zoru muydu 'Seviyorum' demek? İçerisinde kendini açığa çıkardığın cümleleri dökmek dilden en müşkülü müydü?
Belki.
Ya da en kolayı o mu yoksa? diye afalladı kız. 
Çünkü insanlara duymaktan hoşlanmadıkları şeyleri söylemek hep daha zor gelmişti kıza. Birisine asla 'Senden nefret ediyorum.' diyemezdi, belki gerçekten kimseden nefret etmediği için böyle düşünüyordu. Ama mesela sevmediği bir insana da söyleyemezdi o kız sevmediğini. Nasıl denirdi. Ayıptı. Yazıktı. Yapamazdı.
Rol yapardı onun yerine, çok sevmiyor gibi değil de, seviyormuş gibi de değil hani 'öylesine' davranırdı sevmediklerine. Rahatsızlık duyardı, öyle davranmak istemezdi ama toplum buna zorlardı kızı. İyi çocuğu oynardı kız. Hiç mi hiç istemeden. Böylece daha fazla yadırganmazdı. Zaten yeteri kadar yadırganıyordu. Kafiydi.
Hümanistim hem ben, diye geçinirdi ama aslında öyle değildi. Hümanistse o kadar neden sevmiyor, sevemiyordu bazılarını sadece insan olduklarından ötürü? 
Cevap bulamazdı bazı sorularına kız, yaratılanı sevemiyordu işte yaratandan ötürü.
Üstünü örterdi böyle durumlarda.
Ama, derdi, sevmiyorum işte sadece, kötülük değil ya sevmiyorum.
Hem ne farkeder onun için benim onu sevip sevmemem, diye söylenirdi kafasının içinde.
Aslında kimse kimsenin umrunda değildi ki, gerçekten de birisi kızı sevmiş, ya da kız birilerini sevememiş çok da farketmiyordu. Neticesinde bunlar nacizane duygular, hisler idi. Önemli olan duyguları davranışlara nasıl yansıttığındı.
Dengeli yansıtabilmek gerekliydi, üzmemeliydi karşıdakini, kırmamalıydı.
O yüzdendi tüm o rol-modeller. İyi haller. Orta yollu davranışlar ondandı.
Amatör günah çıkarma ayini gibiydi kızın yaptığı, sanki çok ayıp günahmış gibi düşünceleri.
Düşüncenin ayıbı günahı olmazdı eyleme geçirmedikçe lakin kişisel bir rahatlamaydı, rahatlıyordu kız.
Önce ortaya döküyordu düşünceleri, sonra toplamaya çalışıyordu. Bazen üşeniyor ortada bırakıyor, bazen de çabalıyordu toplayabilmek için. Ya da öylesine, alelacele toplayıp kilitliyordu bir çekmeceye her zaman yaptığı gibi, kilidini de yutuyordu sonra.
En sevdiği yöntem aslında buydu.
Bugünlerde bir fikir daha dolaşıyordu kafasında. 
Deliceydi belki.
Ama...
Çekmeceleri ateşe vermek neden delice olsundu?
Nihayetinde içindekiler onun, çekmeceler onundu.

27 Kasım 2013 Çarşamba

Dayanç

Daha önce sözcüklere, cümlelere dökmüş, mutlaka dillendirmişimdir.
Bir liste hazırlıyorum.
'Sabrın sonundaki selamet'i göremezsem yapacaklarım:' adında.
Geniş bir liste olacağa benziyor. Sürekli ekleme yapıyorum kendisine. Yığılıyor, birikiyor gün geçtikçe, sabır çektikçe. 
İçimdekileri karşı tarafa iletemedikçe birikiyor.
İstediğimi söyleyip, yapamadıkça.
Uyuyamadıkça.
Duymak istemeyip duydukça birikiyor.
'Öyle' davranmak istemeyip zorla davrandıkça çoğalıyor.
Ne kötüdür değil mi insanın içini böylesine şişirmesi? Herkes şişirir mi içini böylesi? Sonra patlarlar mı apansız etrafa? Ne yaparlar?
Ben bazen bir bomba olduğumu hissediyorum. 10 dan geriye sayan tik-tak'lar geliyor içimden. Sıfır olmadan kayboluyorum ama, kaçıyorum. Kurtuluyorum her seferinde ve kurtarıyorum çevremi, herkesi.
Bilmiyorlar onlar.
Hiçbir şey bilmedikleri gibi.

Herkesin aslında hiçbir şeyi nasıl böylesi bil(e)mediklerini düşünüyorum. Sonra, doğru ya, diyorum. Müneccim değil hiçbiri. Anlatmazsan kimse hiçbir şey bilmez.
İçindekiler senle kalır, yaşar, göçer.
Belki en rahatı budur, ya da en felaketi.
Göreceli olabilir bu da.
Kesin görecelidir ya da, diye düşünüyorum.

Sabretmek erdem midir? diye soruyorum sonra kendime. Ne saçma. Düşünen yerlerime kızasım geliyor, ufaktan rencide ediyorum.
Peki bir adamın dediği gibi 'kara bir dikeni yutup, içimizi parçalayıp geçerken ses çıkarmamak' mıdır?
Ya da 'dayanmak değil yürütmek' ?
'Sonunda cennete kavuşulan yol' mudur?
'Yetişkin oyunu' mu yoksa?
Veyahut  'İsyanı alıkoymak' ?
Pek farklı yerlerden bakmak mümkün, bakarım ne kadar yönden bakabiliyorsam. Sonra boğulurum içlerinde.
Sabrederim ben yine.
Selametedir merakım sadece, diyorum.
Susuyorum.



26 Kasım 2013 Salı

-MALI

Oturup yağmurlu bir günün sabahında şiir tartışmalı,
Ya da ülke gündeminden başlıkları konuşmalı,
Neler olup bitmiş öğrenmeli.
Anlatmalı, çok dinlemeli.
İmbat esmeli üşütmeden, hasta olmamalı çünkü.
Hafif kırgınlık olursa çay içmeli, papatya belki bir ıhlamur çayı.
Yağmurlu bir günün sabahında bunlar yapılırken fonda da yine Hüsnü Arkan çalmalı, sabaha yakışan şarkıları çoktur çünkü,
Onu da dinlemeli, dinginleşmeli iyice. Olabildiğine dinginleşmeli.
Yürümeli birazcık, belki sessizce. Ya da biraz konuşarak, bakarak.
...

Ya da yağmurlu bir günün sabahında uyanmamalı hiç.
Uyku tamamen bitene kadar uyuyabilmeli. Uykusuzluğu bitirebilmeli, son vermeli.
Sonra dönmeli yaşamaya.
...

Ama,
Yağmurlu bir sonbahar sabahında erkenden uyanıp KPSS kitaplarına bakılmamalı, ders çalışılmalı, test çözülmemeli.
Atanamamışlığı böylesine iliklere doldumamalı.
10 sene 20 sene sonrayı bu kadar düşünmemeli, bugünü-yarını yaşamalı en iyi.
-MALI...

Ve tüketmeli zamanı gelince -malı'lı cümleleri, bitirebilmeli.
Ne kadar erken o kadar iyi diye düşünüp aceleci davranmalı.
Nasıl bitirilebilir'i çözmeye çalışmalı.
Zor gelir, üşenirsek de boşverebilmeli iç rahatlığıyla.
Zira yok yere kafa yormamalı.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Senin sesin, demiş:

"Kahkaha kesin bir sınırdır senin sesin için;
geçmezsin kahkahaya. bu da gülümsemeyi
senin tapulu malın yapar. gülmek sende
gülümsemenin bir noktada taşkınlığı
oluyor daha çok. bu bakımdan gülümsemenin
bütün öğelerini de birlikte getiriyor.
iş bu kadar da değil, yeni bir takım öğeler
de getiriyor. ılıktır senin sesin. güvenli
olmaktan çok güven uyandırıcıdır. konuşurken
kimseyi dinlememene ne diyeceğiz peki?
buna karşılık sözcükleri sakıngan sakıngan
kullanman var, ona ne diyeceğiz? alırken
suçsuz, verirken duyarlı bir ses. en büyük
modaevini yönetecek olsa sinirli tonlar kazanacağına
muhakkak nazarıyla bakılabilecek,
ama, söz gelimi, hiçbir belediye başkanı
olamayacak bir sese. sanırım, bakışlarla
sesler arasında bir bağıntı kurulabilir.
belki de yanlıştır bu varsayım. ama
doğru olsa, senin sesinle bakışın arasında
bir paralellik, hatta bir özdeşlik olduğu
görülebilir. daha doğrusu sendeki bu özdeşlik
böyle bir varsayıma itiyor kişiyi.
kimbilir, başka belirtiler gibi, bakış ve ses de
aynı ruhun değişik planlardaki görünümleridir
belki de. ruhun, özdeş yönlerini denediği
organlar olabileceği gibi, çelişkin yönleriyle
belirdiği organlar da vardır. olabilir.
söz bitince senin sesin de biter; oysa
sözü tüketen sesler vardır; söz tükenince de
sürüp giden sesler vardır; söz tükendikten
sonra başlayan sesler vardır.
senin sesin sözle özdeş.
çığlık değil, düşünce senin sesin.
ama etin, kemiğin malı olmuş bir ses.
ömründe bir iki kez büyük ihanete dadanmak isteyebilir bu ses. küçük iha-netler onun düşünceyle kurduğu ilke-leri aşmaz, aşamaz. ah! razı olma sevgilim, katıl. katıl ama razı olma.
biraz da kendinden memnun bir ses.
en büyük eleştiriyi, yadsımayı son
anda yaparsın sen: sanırım sende bul-
duğum en doğru gözlem bu. oysa eleş-
tiriyi son anda yapmak, razı oluşun ta
kendisidir. korkaklıktır da. şu var:

fotoğraf çektirmek için yan yana getirilmiş iki nesne değiliz biz
güvercin curnatasında yan yana akan iki güverciniz
mesafeler birleştirdi bizi bir de sözler
razı olma hiçbir sessizliğe
biliyorsun seni seviyorum
pencereden bakmayı
öğreteceğim sana
sesin
balkona asılı çamaşırcasına
havalansın, havalansın dursun
sokakta değil balkonda;
dışarı çıktığın zaman
romanını yastığın altına sakla;
şiirini mutfağa koy
boş bir deterjan kutusu vardır nasıl olsa,
öykünü yanına alabilirsin elbet
müziğini de, resmini de
niçin güvenmiyorsun bana?"


Velhasıl kelam;
Cemal Süreya insan adam. 
Büyük adam.
Koskocaman bir insan'mış.
Curnatasıyla göçmüş gitmiş evvelden.
Ve ben kendi zamanıma, onlarsız şimdi'ye sövmeyeyim de ne yapayım düşündükçe, okudukça, karşılaştıkça orda burda?
Yanlış zamandayım, çok yanlış.
Beni ışınlayın geçmişe.
Mesela 1950'lere?

Akıntıya Karşı

Felsefe yapma.
Acılı bakma.
Dram etme kafanı.
Umutsuz olma, 
Derler birileri birilerine, genelde. Ama ne mümkündür.
Sorarım önüme gelene, ne mümkün?
Başaranlar sahi, nasıl yaparlar bunu? Bir anlatsalar ya, biz de dinlesek çiçek olup?
Dinlesek de anlar mıyız, anlasak uygular mıyız kestiremedim orasını ama dinleyeceğimiz kesin ilkin. Lakin anlatıcı, kurtarıcı?
Ve o söyleyenler mesela aslında bilmezler mi bebeğin ilk refleksinin ağlama olduğunu?
'Hüzün mizahın hamuru ulan' diyor bir senarist oğlan da örneğin, dram kafasını pek seviyor. Ne haklı,tanrım!
Haklı olanlara, hak verdiğim insanlara tapasım geliyor bazen. Başta yazdığım gibi söylenenlerin de ağzının ortasına kürekle vurasım..
Bizi ele alalım mesela,
Atanamamış on binlerce öğretmeni. 
Genel itibariyle acınası insan topluluğu malumunuz. Başına bir iş gelse birinin mesela, gazetenin 3.sayfalarına konu olsa bir tanesi eminim verilen metnin içinde muhakkak geçer 'bilmem kaç yıldır atanamayan XY' şeklinde söylemler. Acıte ederler belki de çok doğal bir eceli. Yaparlar bunu. Dramı sever çünkü insanımız. Acımayı severiz.
Sonra başka birileri başka birilerine der ki yine 'yahu bu kadar drama bağlama'. 
Drama bağlamak?
Oldu, tamam.
Dediklerine kendileri de inanmazlar aslında az oturup düşünseler.
Dram hayatın bir parçasıdır, tıpkı gülmelerimiz gibi. 
Şaşırmalarımız, heyecanlarımız, kahkalarımız gibi...
Ve şunu bilir şunu söylerim hayatında drama yer vermeyen de beri gelsin.
Konuşacaklarımız var onunla.
Yarım saatte 'drama bağlama' garantisi veririm.

Yani demek istediğim, kandırmasak kendimizi, birbirimizi bazı konularda.
Olanı yaşasak,
Olmaya çalıştığımızı değil.
Az rahat bıraksak, biraz daha.
Yıkamıyorsak duvarları, üstlerinden atlasak ya da?

Çünkü;
'Dünya inan ki bildiğin gibi değil çocuk.'



24 Kasım 2013 Pazar

*

Diyorlar ki dağılıyormuş kara bulutlar, gün aydınlanacakmış yakında üzerimize. Geride kalacakmış dertler, sıkıntılar, kederler.
İnanmalı mı diyenlere?
Ben bilirim ki diyenler genel düşünmez, hepimiz için demezler bunları. Kendileri için öyledir. İnsanoğlu bencildir çünkü. Çok bencil. 
Olmayan varsa beri gelsin.
Ama gelemez kimse. Yoktur çünkü öyle bir şey öyle bir iki ayaklı düşünengil.
Gün doğuyorsa o'na doğuyordur sadece, kendi ve kendi gibilere. Hiç onlardan olmamışlara  ve olmayacaklara gün yine aynı doğacaktır. Kara bulutlar daha duracaktır. Belki ara ara açacaktır hava, keyif dolacaktır içe. Ama bulutlar duracaktır durdukları yerde. Gidecekleri de bellidir gerçektir aslında, lakin vakti? O biraz belirsizdir. Şimdi değildir, yakında değildir.
Bizler her zaman yakında gitmesini umarız o kara bulutların, en kısa vakitte gitmeli deriz. Öyle umut ederiz, temennilerimiz o yönde olur.
İnanırız belki söylediklerimize, belki de en çok biz yadırgarız. Hadi oradan, deriz içten içe.
Bekleriz işte, sadece bekleriz.
Ve kara bulutlar kimler için dağılmış onları izleriz. Hep izlemişizdir çünkü. Zevk almasak da izlemekten, izlemişizdir. Zoraki bir samimiyetle izlemişizdir.
Evet, insanoğlu aslında samimi falan da değildir bazen. Hele bazı durumlarda hiç değildir.
Her şey büyük kandırmacalardan ibarettir aslında. Biz kanarız çoğu zaman, kandırırız zamanı geldiğinde de.
İki ayaklı düşünen canlıların entrikalarından ibarettir ortalıkta dönen.
Ama azizim çaktırmamak gerekir. En rahatı öyledir çünkü.
Belli etmezsen bir şeyleri senden mutlusu senden iyisi senden mükemmeli yoktur evrende.
Ve kaşırsan sırtlarını, sıra senin sırtına da gelir günün birinde.
Sistem böyle işler öyle mi?
Açıkcası iğrenç, ama öyle, derler.

Bazen düşününce derim ki, belki de ücra bir köşede yaşamalıyız hepimiz. İmkan olsa, derim en güzeli öyle.
Girdikçe insanların içine ve çözdükçe oyunu miden kaldırmaz çünkü. Kaldırabilene aşk olsun.
Ama az buz da değildir hani, çözerler oyunu ve kurallarına göre oynarlar onlar. Sonrası selamet.
Ya da azizim boşvermeli sistemi, oyunu, entrikaları, onu, bunu. Herşeyi boşvermeli, diye düşünürüm.
Biraz daha kara bulutları izleyelim, az daha.
Sonra düşünelim yüz güldürenleri, hatırladıkça gülümsetenleri...
Köşemizde bekleyelim devamında.
Dağılmasını bekleyelim kara bulutların.
Belki, belki sonra yaşarız yine ücra köşemizde.
Sessiz sedasız. Kendimizce, kendimizle.
Ama yine ciddiye alarak yaşamayı.
Hayallerimizdeki gibi.
Şiirdeki gibi.
Yani yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
Yani bütün işimiz gücümüzü 'yaşamak' yaparak.
Mümkün olabilecekleri mümkün kılarak.
...

23 Kasım 2013 Cumartesi

Garbın afakı

Bilmiyorum ne olacak, bakabilsem yarına... diyordu ya şarkı, diyor hala. Dönüyor kafamda bilmem kaçıncı kez daha.
... Havada da bir muhteşemlik var bugün, hiç yakıştıramadım nedense. Cumartesiye yakışmadı. Yani cumartesiler diyorum, bu kadar parlak, bu kadar güneşli olmamalı göz alan cinsten. Olmasın işte. Pazartesi öyle olsun mesela, ona yakışabilir öyle haller. Yakışsın. İyi olur herkes için hepimiz için.
Her neyse, böyle muhteşem bir cumartesi günü yine bir istek uyandırdı ben de, istekler.
Düşünmelere gark eyledi bünyeyi, düşünmelere.
Karşımda hayata baktığım pencerem, bu sefer biraz aralık. Hayatı solumak geldi bugün içimden.
Ve dalıp gidiyorum ben soludukça, mavi bir gökyüzü uzanıyor çünkü karşımda. Kaç gündür olmadığı kadar mavi olan bir gökyüzü. 
Güdülenemiyorum, konsantre olamıyorum dünyama. Dış dünya engel oluyor ama en çok da iç dünyam gibi engel olan bana. Hangisini suçlasam şuan kestiremiyorum.
Lakin şu uzanan gökyüzü...
Yansıyan sarılıklar oraya buraya, beraberindeki gölgelikler.
Ve evet, gördüm şimdi. Toparlak beyaz pamuksu bulutlar var bir de.
Engel diyorum, bunların hepsi engel önüme bakmaya.
Önüme bakmıyorum.
Dışarı bakıyorum sadece.
İçime bakıyorum bir de.
Bir saate gidince hepsi, karanlık dolunca dış dünya, bakarım önüme, diyorum.
Ve hep içime. O bir yere gitmiyor, karanlık da olmuyor ona.
Belki biraz gri oluyor zaman zaman.
Ama ebruli hala büyük, kocaman bir kısmı.
En sevdiğim, çok sevdiğim biçimde.
Ufuk ise olanca kuvvetiyle son maviliğini gösteriyor gibi şimdi, arasına pembeler de karıştırıyor, grileri de sokuşturuyor.
Eşlik ediyor alacalı halleriyle içime.
Gülümsetiyor.
İçimi.

Doğal Seleksiyon

21.yy ülkesindeyizdir, 
Bizler değişmişizdir, dünya değişmiştir. 
Ama arada unutulmayan, değişmeyen bazı ufak şeyler kalmıştır.
Mesela pencere önü çiçekleri.

Onlar masum çocuklar gibi. Senelerden beri orada, öylece dururlar. Biz'mişiz gibi bakar annem onlara, bir dalları kırılsa öfkelenir bağırır. Ya da suyunu vermekte geç kaldığında oturur üzülür, ne susamışlardır kim bilir, diye söylenir kendi kendine, çiçek döktüklerinde öper, sever, dokunur narince.
Bir tanesinin adı 'kuş konmaz' mesela. 
Benim çok küçüklüğümden kalma. Birlikte büyüdük sayılır. Hatta o benden önce büyümüştü, hatırlıyorum. Salondaki çiçek köşesindeydi bir zamanlar. Etraftaki binalar çok yükselmemişti, evimiz güneş alıyordu o zamanlar. Ee malum onlar da çocuklarıydı anamın, bırakmazdı balkon köşelerine, pencere kenarlarına. İşte o zamanlar da o kuş konmaz öylesine büyümüştü ki. Ben minyon bir kız çocuğuydum, çiçekler bile benden uzundu. Izdırap duyar, hayıflanırdım. 
Sonra ev güneş almamaya başladı, çiçekler de sararıyordu artık. Uyum kuramama problemi sonları olabilirdi.

Ancak çözümler tükenmezdi annelerde. Daimi köşelerine çıktılar. Orada kaldılar. Uyumlarını kurdular onlar için seçilmiş köşelerinde. 

İşte bugün penceremden dünyaya bakarken yine, gözüme iliştiler hepsi teker teker. Hatırladım hepsini, kuş konmazı, parlak mustafa'yı... Büyümüşlerdi, hatta yaşlanmışlar minicik kalmışlardı.
Döngü hani. Yaşayıp, büyüyüp, küçülüp sonra da ölüp gidişler.
Küçülme evresindeydi tanıdığım bir kaçı. Az bir vakitleri kalmıştı. Üzüldüm.
Annem hep gurur duyar mesela, der ki kolay değilmiş çiçekleri onlarca sene yaşatabilmek. İlgiyle, sevgiyle yaşarmış onlar da. Ondan severmiş hepsini kızları gibi.
Haklı olabilir, hak veririm kendisine.
Sır belki de budur. 
Hayatın sırrı.
İlgi ve sevgi.
Kim sevmezki hem. Ben de bayılırım, ilgi ve sevgi olsun yüzyıllar boyu yaşarım.
Ama konumuz çiçekler, saksı çiçekleri.
Dünyaya saksı çiçeği olarak gelmişler, getirilmişler.
Şanslılar sanki.
Şanslılar şanslılar.
Onları seven, ilgi gösteren, bakımını eksik etmeyen insanlar var.
He bir de doğal seleksiyon şeysi.
Her şey bu kadar.
Hem bir kaç saksı çiçeği başka ne ister ki dünyadan, hayattan?
Bence yeter.
Güllük gülistanlık hayat, bir ömür.
Ne mutlu onlara.

22 Kasım 2013 Cuma

Hu hu

Bir deli değilim elbet, bu da benim hatıra defterim değil.
Ama olabilir de. 
Mümkündür.
Hem neden olmasın ki? Hem hangimiz iyiyiz ki? Hangimiz deli?
Bugünlerde pek belli olmuyor değil mi? Hiç belli olmuyor.
Mesela bir insan tanımadığı bir insana sayfalar dolusu yazılar yazabiliyor, bir insan belki bir umutla sayfalar dolusu yazıyor ulu orta, başka bir insan görmesin istiyor yazıyor yine ama saklıyor, saklanıyor. Bazıları hiç yazmıyor, kalıyor içinde, patlamayı bekliyor. Büyük mü olacak küçük mü onu merak ediyor sadece.
Tüm bunları düşündüğümüzde kim ki deli? Ben mi? O mu? Diğeri mi?
Hepimiz mi?
Hiçbirimiz mi?
Ben bilemiyorum açıkcası, çok da üzerinde durmak istemiyorum bu konunun.
Üzerinde dursam gerçekten deli olduğumu düşünebilirim mesela. 
Böyle iyi o yüzden.
Ben yazarım arkadaş, diyorum sadece. Bazıları da sadece okur.
Bir filmde adam demişti ki, çok okumak bazılarını yazmaya sevk ederken bazılarının yazma isteğini yok eder. Var yani böyle bir şey. Adam dedi.
Çok okudum, ondan yazıyorum, diyebilir bir insan.
Ya da, arkadaş okuyorum ben yahu yazmaya ne gerek var, da diyebilir.
Kabulümüz ikisi de.
Yeter ki okusunlar. İsterlerse yazarlar ya da yazma eylemi umurlarında olmaz.
Olabilir.
Yeter ki okusunlar.
Ve bunların ikisini de yapmayanlar var bir de. Nefes almayı bir güzel beceren. Bir de yemeyi, içmeyi, yatmayı.
Büyük başarı he? Kendilerince, belki.
Olabilir.
Neden olmasın.
Lakin düşününce acınasıdır nazarımda. Kimbilir nedir derdi, amacı nedir, hali nicedir.
Yargılamam, yadırgamam.
Ama onca dert tasa varken evrende sadece okuyup yazan entel amcaları teyzeleri yadırgarım işte.
Sonra bir güzel düşünür hepsini at çöpe derim. Kendini de at sonra o çöplüğe.
Atalım kendimizi. 
Çöplüğe.

21 Kasım 2013 Perşembe

Mektup

'' Vapurun dümen yerinde çaldığım ıslık
Yağmurlu güvertedeki türküm
Sana yaklaşmaya vesiledir
Yoksa canım, seni unutmak için değil.
Senden sonra ancak anlaşılır
İnsanoğluna öğretilen yalanlar.
Senden sonra anlaşılır ancak
Boşluğu herşeyin.
Seninle beraberdir dolu kadehler
Şaraplar seninle aziz
Cigaralar seninle tüter
Ocaklar seninle yanar
Yemekler seninle yenir.
**
Senden bahis açılmadıkça susmak isterim
Senden bahis açılmaya vesiledir.
Kınalıada, vapur, deniz, yunus
Şimdiye kadar neden gökyüzü değildi
Niye böyle oldu
Neden kitapları severdim?
Bu şehirde ikimiz birden nefes alıyoruz
Yoksa neye yarardı bu garip şehir?
Burada senin doğduğun bana malumdur
Yoksa sever miydim minareleri
Süleymaniye'yi?
Sen gavur olduğun halde. ''

Şiirler üzerine yazmaları düşünmüş, konuşmuşken dün gece bu sabah bu şiire uyandım. 
Güzel rastlantı, dedim kendi kendime. 
Güzel şiir.
Çok güzel.
Kalsın bir köşede, bu köşede. Unutulmasın, unutmayayım.
Ve sadece okunsun.
Düşünülsün 'neden?' diye.
Neden?




Ulan Zeus

Kız tam da ' Kasım ılıklığı' diyordu kendi kendine. Ne güzel, hem de bu saatte. Üstelik nerdeyse Aralık arifesinde.
Güzeldi gece,
Dinliyordu sessizliğini,
Hissediyordu teninde,
Okşuyordu o çok sevdiği rüzgar. Ilık ılık.
Huzur doldurdu içine, balkonunda hayatı bulmuştu yine. Her zaman bulduğu gibi.
Kırmızı bulutları düşündü, yağmur getireceklerdi, ılıklık da aslında bu yüzdendi.
Bekledi bir süre, yağmadı. 
Belki de Zeus efendi bugün havasında değildi.
Bekledi biraz daha.
Durdu azcık.
Sonra yine o adamın sesini özlediğini fark etti, açtı şarkı listesini. Tam da Zerdaliler çalarken başladı yağmur sesi.
Mutlu oldu. Bu atmosfer hoşuna gitti. Birden.
Aslında yağmura mutlu olmazdı kız, öyle yağmur delisi değildi, hiç olmamıştı. Hatta lanet ettiği günler daha fazlaydı.
Ama bugün bunlara bir sebep göremedi.
Çok ıslanan olmaz, saat geç, iyi bari, diye geçirdi içinden. Yağsın o zaman.
Usulca yağsın ama, ninni gibi hani. Çocukluğundaki gibi.
Annesinin yağmurlu günlerde nasıl uyutmaya çalıştığını hatırladı birden. Yağmur sesi ninni gibidir, dinle bak, derdi annesi. Kız dinlerdi bir süre. Belki on dakika.
Sonra uyanırdı ki, gün sabah.
Kalan, yağmurun mis kokusu ve ıslaklığı.
Evdeyse aldırmazdı kız, ama okula gidecekse oflayarak başlatırdı gününü. 
Yollar derdi, çamur derdi, çizme-bot sevmezdi kız.
Hop! 
Şarkıya döndü o kız şimdi, ayıldı.
Hem artık çizme ve bot seviyordu. Güldü.
Ama yağmurla ilgili fikirleri sabitti.
Şimdilik yağsın, güzel oluyor, diye geçirdi içinden. 
Tek isteği çok da gri bir sabaha uyanmamaktı, hani sabaha değil akşama uyanılan günlerden olmasın istedi yarından.
Görecekti. 
Belki. 

Yağmurun huzurla kesinlikle bir ilgisi var, diye düşündü kız. 
Ama aynı zamanda da melankolik etkisi yadsınamazdı.
Kız hissediyordu hepsini, sırayla, yavaş yavaş.
Altı üstü yağmurdu.
Altı üstü hayat.

20 Kasım 2013 Çarşamba

Gülmeli

Gülümsüyorlar, gülümsüyor kız.
Bir film izliyor, gülümsüyor.
Bir şarkı dinliyor sonra, gülümsüyor.
Anlattıkça gülümsüyor.
Hatırladıkça gülümsüyor.
Gülüşler geliyor gözünün önüne, gülümsüyor.
Güzel gülen insanların o fotoğraflarına bakıyor sonra, dalgın gülümsemelerde buluyor kendini.
Ve bir şeylerle fazla bağlantılı, diye düşünüyor. Kafanın içinde kurulanlarla, mutlu anılarla, hatıralarıyla ilintili gülümsemeleri. Gelecek günlerle belki de, kurduklarıyla, hayalleriyle, yarınla, sonraki günle, sonralarla.

Böyle olmalı zaten, diyor. Ufacık bir neden yetmeli gülümsemeye.
Güzel bir aşk filmi sonrasında o aptal sırıtış kalmalı mesela suratında, hafif kızarıklıkla birlikte.
Okunulan romandaki o kahramanların hallerine içten gülümsemeli gözlerle, diyor.
Yapıyor da.
Anlıyor kız filmdeki genç oğlanın halinden ve romanındaki kahramanların ruh hallerine bürünebiliyor.
Büyük meziyet ha?
Hiç de değil aslında.
Kız sadece neden arıyor.
Bir neden.
Gülümsemeye.
O kadar.


19 Kasım 2013 Salı

Mezopotamya

Hanlar,
Kaleler,
Surlar,
Kapılar,
Diller,
Şiveler,
Yemekler,
Tatlılar,
Kahveler,
Kadınlar,
Çocuklar.
Ve daha niceleri, çokları, pekleri...
Güneydoğu diyorum hani.
Şahmeran simgeleriyle,
Yazmalarıyla,
Bakırlarıyla,
Dokumalarıyla,
Tarlalarıyla,
Göz alan sarılıklarıyla,
Havasıyla,
Suyuyla,
Toprağıyla,
Nam-ı değer Mezopotamya.

Son kez oralarla bağlantılı bir yazı olsun istedim. Daha sonralardan tekrardan yazarım belki. Sevdim çünkü.
Gezmeyi, görmeyi, tanımayı sever idim hep, ondan sevdim.
Planlamadan gittiğim, beklediğimden fazlasını bulduğum için sevdim belki. Bilmiyorum.
Sevmenin bir nedenini bulamaz ki insan zaten hemen, sever bazen. Sadece sever.
Ama benim oraları sevmem için nedenim çok oldu. Hem de pek çok.
Sonra düşündüm, ben Roma'ya gitseydim de sevecektim aslında oraları, ya da Beyrut'u görsem de bayılacaktım veyahut Moskova' yı solusam orada ölmek isteyecektim.
Demek istediğim ben gitmelerimi sevecektim zaten. 
Ve sevdim işte.
Farklı olan her şeyi sevdiğim gibi sevdim. Bir süreklilik içinde olsam belki sevmezdim.
Süreklilikler sevilmez çünkü. Sevmemek için nedenler yaratılır hep.
Lakin gitmelerim sürekli olmadığından sevdim ben hep gittiğim o yerleri.
Zaten sürekli olsun da istemedim hiçbir yerde.
Aslında öyle.
Gibi.

Velhasıl kelam, ben hep demişimdir ki önce bir buraları göreyim sonra sınırdışı olsun. Daha uzaklar daha sonraya kalsın.
Ve işte siliyorum listeden bazı yerleri, daha da sileceğim zamanı geldikçe.
Sildikçe mutlu oluyorum. Daha da mutlu olacağım elbet.
Şimdilik son iki bölgenin bir kaç yeri var sırada. 
Sonra,
Sonraları olacak.
O sonralara kadar biriktirdiklerimle yetineceğim. Yetinirim.

                      İşte bunlar da Diyarbakır-Mardin kesimlerinden bana kalanların bir kısmı.



18 Kasım 2013 Pazartesi

Dinle

Çenem ağrıyor bu günlerde, hem de pek çok.
Anlatıyorum çünkü, çok anlatıyorum. Sürekli anlatıyorum.
Anlatma çabamı anlamıyorum.
Açıldım sanırım, diyorum kendimce. Aylarca konuşmadıklarımı, anlatmadıklarımı kusuyorum yerli yersiz.
Ve dinleniyorum, hem de öyle güzel dinleniyorumki.
Hoşuma gidiyor.
Hep dinlenilmek istiyorum.
Sürekli dinlenilmek.
Güzel güzel dinlenilmek.
Kedi misali.
Nedense güzel dinleyen insanları kediye benzetiyorum ben. Kedi gibi masum oluyor güzel dinleyen insan, kedi gibi güzel bakıyor. Seviyorum.
Daha çok anlatmak istiyorum.
Tanıdıklarımı, gördüklerimi anlatmak, paylaşmak istiyorum.
Derdim fikir değiştirmek değil ya da önyargıları yıkmak.
Bana ne diyorum onlardan, fikirlerinden, önyargılarından,
Bana ne.
Zaten atomu parçalamaktan bile zor diyor abiler.
Bana ne.
Ama işte anlatmak istiyorum ben sadece, derdim anlatmak olsun istiyorum.
Hep anlatmak.
Ve dinleyenim olsun istiyorum hep, dinleyenlerim.
Olmazlarsa işte hayatı o zaman çöpe at.
Ne işe yarar ki?
Kime anlatırım hem ben o zaman onca şeyi?
Olmaz olmaz, diyorum.
Dinleyen şart. Dinleyen olmalı. Dinlenilmeliyim.
Ağrısın varsın çenem.
Ağrıtsınlar.
Anlatayım yeterki.
İstediklerini, istemediklerini, bildiklerini, bilmediklerini, öğrenmek istediklerini...
Ne varsa anlatılacak,
Anlatayım.
İşim o olsun, gücüm o olsun.

Aksi fena çünkü. Çok fena.
Anlatmadan geçen zamanlar diyorum,
Sevmiyorum.

16 Kasım 2013 Cumartesi

Gerçekler

Unutmuşum gerçekten, diye düşündü kız. Güzel rüyaları, güzel uyanmaları unutmuşum.
Hani o kadar güzel rüyalar ki uyanma alarmını 2 saate yakın ertelettiren cinsten. Ölesiye uyumak isteği uyandıran rüyalardan kalan hisleri unutmuşum. Sızlandı sonra kız kendi kendine, günlerce bu rüyayı düşünecekti saçma sapan. Etkilenmişti epey, sürecekti etkisi.
Aptal gülümsemeler eklenecekti hayatına bir süreliğine. 
Rüyalar, dedi.
Rüyalarım.

Günlerdir kopuk kopuk yol anıları, gittiği gördüğü o memleketlerin insanları vardı kızın rüyalarında. Etkilenmişti yine, hem de çok etkilenmişti.
Öyleki rüyalarında bile onlarla uğraştı günlerce. -Bugün hariç.-
Demekki normale dönüyorum, diye düşündü kız. Bilinçaltı usulca kendi dünyasına dönüyordu, bugünkü rüyasından bunu çıkardı. 

Ne kadar normale dönse de gezdiği gördüğü o yerleri, insanları unutamazdı. İçinde çok dostları vardı, iyi, güzel, çok candan insanlar vardı. Onlar hele hiç unutulmazdı.
Düşündü sonra kız, hayatını, hayatlarını, hayatları.
Mesela bu hafta Mardin'in Küplüce köyünde çocuklar tanımıştı kız. Ufak, büyük çocuklar...
En küçüğü belki 1 en büyüğü de yaklaşık 15 yaşında olan çocuklar...
Sevmişti onları, onlar da hemen kızı. 'Öğretmenim' deyişleri örneğin, kızı mest etmeye yetmişti en baştan.
Koşulsuz sevgi'yi düşündü kız çocuklara bakarken. İşte bu, dedi. Bundan başkası olamaz.
O sevgi zaten ya anne-babadandır ya da bu ufaklarda, miniciklerde.
Ve mutluluğu düşündü sonra kız çocuklara bakarak. Okul diye geldikleri yer bir odadan ibaretti, tek bir oda. Bahçesi mısır tarlaları kenarındaki toprak araziydi. Ama mutluydu çocuklar. Zaten çocuk kısmı mutluluğunu saklayamazki, diye düşündü kız. Pek mümkün değil. Mutsuzsa açık açık ağlar, 'işte mutsuzum' diye bağırır, mutluysa da gelir sarılır, dokunur, oynar, güler, gözleriyle sever. 
İmrendi kız çocuklara. Ve kendine de kızdı sonra. Günlerce kızdı hem de. Mutsuz olduğu günlerine kızdı. 
O köydeki minik Ayşegül nasıl o kadar mutluysa öyle mutlu olmalıydı insan gerçek mutsuzluk zamanı gelinceye kadar.
Baktı kız köyden ayrılırken çevresine, yollarına, o mısır tarlalarına, sarılıklara, insanlara, çocuklara...Baktı.
Farklı hayatlarını görmüştü ve sevmişti. Keşke'leri geçirdi içinden aynı zamanda atanamamış bir öğretmen olan kız. Yine gitmek isterdi oralara, tekrardan. Bu sefer gerçekten öğretmenleri olarak, o sevgilerin gerçek sahibi olarak gitmek isterdi.
İç geçirdi.
Gördükleri birer göz yanılsaması olabilir miydi? Güzel hissettiği için mi güzel görmüştü yoksa? Sürekli yaşamak söz konusu olursa nasıl olurdu?
Bunları düşündü sonra kız.
Düşünürken de dışarıdan gelen uçak, yol, ıvır zıvır gürültülere gitti kulağı. Hatırladı o köydeki muhteşem sessizliği.
Ne olursa olsun gidip görmeli, dedi kız. Fırsat olursa da yaşanmalı oralarda.
Saçma sapan yöntemlerle ufku genişletmeye çalışanlar mesela oradaki köylere bir uğramalı, diye düşündü.
Gerçekten genişler.

Kız bunları düşünerek uyanmamıştı, ama bilgisayarının masaüstüne koyduğu şu köylü çocuklar olduğu sürece bir yanı onları hep düşünecek, hep yazacaktı.

Gerçekler böylesine tatlıydı işte.
Görünürde.



6 Kasım 2013 Çarşamba

Yol

Uyuyamıyorsan yazacaksın. Bir işe yarayacak uykusuzluğun, diye düşündü kız ve yazmaya başladı.
Bugün gecesi kadın sesiyle dolmuştu. Çok sevmediğini sandığı kadın sesleriyle.
Ama birkaç tane vardı sevdiği işte, kıyıda köşede beklettiği, 
Onlardan biriydi odasını, gecesini dolduran.
Sevdi.
Ve çok susarak çok konuştu kız bugün,
Yine.
Yorgundu o sebepten. 

Aralarda kadın sesi susuyor, gecenin müthiş sessizliği kalıyordu. İçine çeken bir sessizlik.
Yoğun gürültülerden az önceki sessizlikler.
Sessizlik.
Sessiz.
Ses,
Dedi.
Kadın sesini açtı bir kez daha, belki yüzüncü defa.
Dinledi.

Yeni günü selamladı sonra. 
Güneş memleketinde geç doğuyordu, çok geç. 
Ama bir kaç gün sonra erkenden selamlayacağı günler olacaktı memleketin güneydoğusunda.
Yollar, vardı.
Yolculuklar.
Yolculuk öncesi huzursuzlukları da vardı bir de.
Lakin yolculuk huzuru, yolda olma huzuru baskındı hepsinden.
Kız onu seviyordu, en çok onu.


3 Kasım 2013 Pazar

Kosmos

'İnsan her zaman kendine acı çektireni sever.' demişti o ve gülmüştü kıza onaylama bekleyerek. Beklediği onayı da almıştı bir süre sonra.
Hayatta inkar edilemeyecek bir kaç doğrudan biriydi belki de. Herkes hayatının bir döneminde kendisine acı veren birisini sevmiştir, diye düşündü kız. Seviyordur, sevmeye devam edecektir.
Anlamsızdı çok fazla, ama zaten anlamlı olan ne vardı ki dünyada?
Herkesin ardında birileri vardı sabırla bekleyen, ve aslında herkes de sabırla birisini bekliyordu.
Hayat bu kadardı işte.
Döngü böylesine saçmaydı.
Umut'tu insanlara bunu yaptıran. Tutarlı-tutarsız, imkanlı-imkansız, sanal-gerçek umutlardı.
Ve acıydı. Hem de çok.
Bazı bekleyenlerin umudu dahi yoktu ama bekliyorlardı yine de. Onlar beklemeyi sevenlerdi en çok. Gelecek olanlar belki o kadar da önemli değildi o bekleyenler için. Bekliyor olmak önemliydi aslen.

Üzüldü kız sonra bir bekleyene. 
Anlatmaya çalıştı,anlamadı. Kafasında büyütmüştü kişiyi bir kere karşıdaki. Anlayamıyordu.
O ki aslında cümlelere aldanmıştı, başka bir dünyanın kapılarını aralamıştı kendi kafasında.
Belki o da cümleleri seviyordur, diye düşündü kız. Sahibini değil, yalnız cümleleri ve barındırdığı duyguları seviyordur.
Olabilirdi bu. Aklına yattı kızın.

Yorgundu kız. Anlatmaktan yorulmuştu.
İnsanlar neden anlamazdı? Neden üzerlerdi kendilerini böylesine? Neden büyütürlerdi hayatlarında hiç tanımadıkları ve tanıma ihtimali dahi olmadığı insanları?
Ve insanlar nasıl anlamazdı ki üzüntüler karşılıklı?
Üzersen, üzülürsün.
Üzülürsen de üzersin.
Orantı basitti aslında, çok basit.

Düşündü sonra kız. Bazıları belki de acıyı seviyordu. Sadece acıyı.
O yüzden olması muhtemel olayların peşinden gitmiyorlar, o yüzden imkansızlıkları seçiyorlardı.
Çünkü sonunda acı vardı, yani istedikleri o hicran duygusu.

Umarım öyledir, diye iç geçirdi kız.
Kafasındaki ihtimallerden en iyisini seçip ona inanmak istiyordu, ona çabalıyordu.
Huyuydu kızın, üzdüm sanar çok daha fazla üzülürdü.
Akıl karı değildi bu halleri. 

Sonra beklemeli herkes, diye düşündü kız.
Beklemelerin sonu iki ihtimalli çünkü.
En rahatı herkes için,dedi.

Koyup her şeyi bir yana,
Kendi beklemesine döndü.
Çünkü herkes kendi cehennemindeydi, 
Ya da cennetinde olacaktı.

2 Kasım 2013 Cumartesi

Rüya

''Masum rüyalar kuzu postuna bürünmüş birer kurttur. Bunları çözümlemeye kalkıştığımızda göründüklerinin tam tersi gibi oldukları ortaya çıkar.'' demiş Freud amcamız.
Haklıdır adam. İnanırım.
Hani bizim 'Rüyalar tersine çıkar' düşüncemizin bilimsel açıklaması gibi.
Ama bende, tersine çıkması muhtemel rüyalar bile yok artık. Kesik kesik anılar, yerler,
Suratlar, gülümsemeler, konuşmalar sadece.

Ve bir yer.
Mavi bir yer.
Maviliklerimin içindeki en'lerden hani.
Masmavi.
Huzurlu.
Gittiğim ve çok sevdiğim bir yer.

Ve Ağustos rüyalarım.
Sıcak.

Velhasıl kelam, diyeceğim şudur:
-Anılar gün geliyor rüyalar oluyor. 
Mutlu ediyor bilinçaltım.
Mahçupluğunu gösteriyor belki de kendince. Bir zamanlardaki işkenceleri için af diliyor.
Affediyorum.




                                  Sığacık- Paşa Kaptan'da bıraktığımız cümlelerimiz.
                                  Biz sevdiğimiz yerlerde cümlelerbırakangillerdeniz.

1 Kasım 2013 Cuma

Kasım?

Ekim de gitti işte. 
Gidene güle güle.
Ve amacım cıvık bir Kasım yazısı yazmak değil elbet. Hani başka olan, Kasım' da başka olan cinsten şeyler. 
Ne Kasım'mış dedirtirler bir kaç güne nasılsa. Ama ben dedirtmem. Hiç dedirtmemişimdir. 
Filmi de zaten en iyiler listemde değildir, olamaz.

Benim derdim aslında her yeni aydan beklediklerimdir.
Mesela Eylül'den istemişimdir bir şeyler Ağustos'u uğurlarken. Sonra Ekim'den rica etmişimdir. Sağ olsundur Ekim. Severim onu.
Şimdi de Kasım'dan ricalar zamanı. 
Ama işte Kasım'a özel ricalar değil, bu Aralık' a da olur, Ocak'a da. Hepsine hatta.
Teker teker rica edeceğim, hepsinden. Ekim gibi olmalarını dileyeceğim. Ekim'i örnek göstereceğim onlara.

Sabır.
Sabretmek.
Sonra da selamet.?
Selameti bulana kadar  her ayla derdim olacak bu şekilde. Bir ay kadar Kasım'la işte.
Dinler mi beni? Belki.
Dinlesin isterim. 
Dinletelim.

Ve işte yeni ayın 1'i daha,
Bu sefer gri değil ama. Şimdilik değil.
Ebruli bugünlerde, en sevdiğim cinsten hem de.
Biraz gerçek,
Biraz rüya.