31 Aralık 2013 Salı

Vedalaşma

“Hepimiz deliriyoruz. Yalnızca henüz teşhis koyamadılar, hepsi bu.” 

Yavaş yavaş, usulca gerçekleşiyor bu. Her geçen sene biraz daha artarak. Arttı bu sene ve artacak sonraları haliyle. 
Evet, delilik diyorum. Deliriyoruz. Hepimiz.
Ay yok ben delirmiyorum, demesin kimse. Ya da desin varsın, biliyoruz biz. Deliriyor o da aslında tam da öyle dediği için.
***
Dediki bugün arkadaşına, kimse halinden memnun değil. Memnuniyetsizliğimizi öpeyim.
Biraz sinirlenmişti her şeye. Gün, sonuydu yılın. Bir tuhaf heyecan vardı izlediklerinde, gördüklerinde, duyduklarında. Kendinde aradı biraz o heyecanı. Iı-ıh, yoktu bir şey. Genelde olmazdı zaten, diye düşündü. Üniversite yıllarında yaşadı bitti yeni bir yıla coşkulu girmenin heyecanını. 
Ama karar vermişti, bu sene farklı girecekti  yeni yıla bir kere. Oldukça farklı. Bir de böyle deneyecekti bakalım nasıl olacaktı sonucu. Hem bir arkadaşı da; bu sene yengeçlerin yılı olacakmış, hadi yine iyiyiz, demişti geçenlerde. O aklındaydı. Olsa keşke, diye iç geçirdi. Astrolojiyle arası çok olmasa da iyi şeylere inanmak isterdi hep. Kendi için böyle iyi bir haber gelmişken, inanırım şimdilik dedi. Gidişata göre anlarız nasılsa sene iyi mi olacak, fiyasko mu.
Geçen sene öyle olmuştu mesela, sene yarısında hatta başlarında belliydi ne lanet bir sene olacağı. Düşündüğü gibi iç açmamıştı senesi, 13lü şeyleri zaten sevmezdi. Sevmedi.
14ü sevebilirdi ama, bir sorunu yoktu. 
Şimdilik vedalaşma vaktiydi 13le. Bugünlük onu iş bildi kendine.

Klişeleri sevmiyordu. 31 Aralıkla ya da 1 Ocak'la ilgili klişelerden de nefret ediyordu. Gına gelmişti zira.
Bir an önce 2 Ocak olsun istedi. Şu faslı bir atlatsak...

2010'a girişini hatırladı sonra.
Farklıydı o da.
2011' de öyle olmuştu.
Diğerleri de. Düşününce aslında her sene farklı gelmişti ilk önce. Bir farklılık oluyordu fark etmeden. Yine olacaktı. Olsundu.
Ama işte geçsindi de aynı zamanda tüm ritüeller. Hemen, çabucak.
İşi vardı 2014'le.
***
Sevemeden oyunları, bitmişti işte zamanı.
Şimdi yeni oyun başlayacaktı. 
Hazırlandı.




30 Aralık 2013 Pazartesi

Manzara

Bu aralar düşünmekten farklı bir şey yapmıyordu. Aslında mütemadiyen düşünürdü ama onun yanı sıra başka şeyler de yapabilirdi. Ancak bu aralar o başka şeyleri yapmak onu boğuyordu. Sadece öylece durmak, düşünmek istiyordu. Bunu sahildeki bankta oturup yapmak istiyordu lakin üşeniyor, çıkmıyordu. Tek başına bir yerlere çıkmak ona ölüm gelirdi.
Bir manzara aradı uzun süre dört duvar içinde. Önceleri bilgisayarının ekranındaki görüntülere dalarak düşünürdü. Sonralarda aklına bir fikir geldi. Kitaplığı onun için en mükemmel manzara olabilirdi odasının içinde, dört duvar sınırlarında.
Evet evet, dedi. Durdu karşısında bir müddet kitaplarının. Boy sırasına dizdi hepsini. Aralarından bazılarını alıp rastgele açıp okudu. Sonra yine izledi onları. Hepsinin bambaşka hikayeleri vardı. Hatırlamaya çalıştı, zorladı zihnini biraz. Hem böylece günlerdir kafasında dönüp dolaşan düşünceler dinlenirdi biraz. Dinlenmeliydi. Anıları azcık konuşturalım bakalım, dedi...
Mesela Yaprak Dökümü, ilkokul yıllarından kalma bir kitaptı. O zamanlarda Türk klasiklerini bitirmeyi hedef edinmişti kendisine ve o senelerdeki zorunlu okunması gereken eserlerin hepsini okumuş, klasiklere devam etmişti çok sevdiği Türkçe öğretmeninin direktifinde. Daha öncelerine ait kitaplarda vardı aralarında. Annesine okuttuklarından. Hatırlıyordu, yani hatırlayabildiği zamanlara kadar annesi kitap okumuştu ona ve kardeşine. Ömer Seyfettin hikayeleri, Pollyanna ve Alice Harikalar Diyarında bunlardan birkaçıydı. Hala duruyorlardı yerlerinde. Sonra lisede ödevi olan, zorla bitirdiği ve ödevi teslim ettikten sonra da unutuverdiği kitap da oradaydı, Çamlıca'nın Üç Gülü.
Rus klasikleri vardı bir de bir kısmı ilkokul yıllarına ait, bir kısmı da lise yıllarından kalan.
Onlar tüm kitapçılarda en çok dikkatini çekenlerdi, ısrarla tamamlamıştı o klasikleri de evvelden.
Ergenliğin ilk evrelerinde harçlıklarını biriktirerek aldığı Che'nin biyografik albümü de rafta en güzel yerindeydi. Senelerden beri oradaydı. Ondan başkası eline alıp bakmamıştı o kitaba belki de. Korkarlardı sanki. Ama o sıkıldıkça hala alıp açıp bakardı unuttuğu, hatırlayamadığı yerlere. Hatırladı sonra onu aldığı günü. Şehrinde açılan kitap fuarının ilk günleriydi ve sevdiği standlardandı bu tür kitapların satıldığı stand. Gittiğinde ilk işi o standı bulmak olurdu, yine öyle olmuştu. Gençlerle konuştu bir saatten aşkın sürece, bildikleri kadar anlatıyorlardı o genç liseli kıza. Meraklı, dinliyordu o da. Daha da bilmek için almıştı bu ayrıntılı kitabı. Kocaman bir poşete koymuşlardı üzerinde Che'nin fotografının bulunduğu. Poşet kızın yarısı kadardı, kartondan ve sertti. Yolda yetişkin abi ve ablaları tarafından laflar bile yemişti o gün, ' bu gençlik nereye gidiyor' şeklinde. Aldırmamıştı o zamanlar. Hala daha aldırmıyordu da öyle laflara. Şimdi yetişkin haliyle düşünüyordu, düşünceleri değişmemişti, yadırgıyordu hala öyle söylemleri.
Postmodern amcanın kitabını almıştı yine o yıllarda, 'Benim Adım Kırmızı'. Çok konuşulan bir adamdı kendileri o zamanlar, okumalıyım, demişti kız da. Okuyamadı. Bir kaç kez denedi baştan tekrar baştan başladı ama gitmedi o kitap. Durdu rafta öylece, senelerce. Belki, dedi kız biraz inanmaz bakışlarla, okurum bir gün seni de. Ama inanmıyordu bu düşündüklerine. Büyük ihtimal okumazdı.
Hüseyin Yurttaş'dan Mevlüt Kaplan'dan imzalı aldığı kitapları gördü sonra, hatırlamaya çalıştı onları da. Çocukluğunun ayrıntılarında kalmış yazar adamlardı, hatırladı zorlaya zorlaya.
İlkokul yıllarında ve lisede istisnasız her sene kitaplık kolu üyesi ya da başkanı olurdu, layıkıyla da yerine getirirdi görevini. Yazar amcaların imza gününe geleceği günlerde büyük iş düşerdi ona, severdi öyle günleri. En öncelerden kitabını ve imzasını alır çekilirdi köşesine iç huzuruyla. O günleri hatırladı, gülümsedi. 
Bir raftaydı işte çocukluğunun bir kısmı. Yine çocuk olsam aynı şekilde olsun isterim, diye geçirdi içinden. 
Bu kitaplar anısı olanlardı, en sevdikleriydi. Onların yeri kitaplığın görünen kısmıydı. Ama hep loşta kalan bir kısımdı aynı zamanda da. Çocukluğu da zaten loşta kalmıştı, kalıyordu artık. Git gide.
Oh be, dedi sonra. Biraz olsun ferahlamıştı sanki kafası.
Meşguliyet şarttı ona bu günlerde, kitaplarla birlikte anılarını hatırlaması iyi gelmişti. Bir kaç gün böyle giderdi ara sıra onlara baka baka dağıtırdı kaoslaşmış düşüncelerini. Ancak bu fasıl da bitecekti, farkındaydı.
O zaman düşünürüz, dedi içindeki diğer ses.
Şimdilik idare eder bu kızı kitapları. Etsin, dedi. Sert çıktı biraz.

Kitaplığı vardı kızın ve bahçesi.
Bir sözde diyordu ki, yeterdi bu ikisi.
Ona göre yetmezdi, biliyordu ama güzel sözdü. Hak verdi yine de. 
Yetiririz bir süre dedi. Elbette.
Manzarasına daldı öylece.
...

29 Aralık 2013 Pazar

Çırpışmalar

Nasılsın? sorusuna sayfalar dolusu nasıl olduğunu anlatabilir kişi.
Neler yaptın? sorusuna da.
En çok da Neden? sorusuna sıralayabilir belki cümleleri.
Ama karşısındaki gerçekten anlatmak istediği kişiyse. Değilse bir kaç cümle idare eder, ettirilir. Ve insan sadece anlatmak istediklerinden duymak ister bazı soruları. Geri kalanlardan değil.
Sorular genellikle öyledir. İki taraflı tatmin duygusu yaşatmalıdır. Hem soran hem de cevaplayan kendi çapınca tatmin olmalıdır. Yoksa eksik kalır. Tatsızlaşır.
***
Ve bir yeni ütopya hakkım daha olsa, diye düşündü. Bu kesinlikle sorulardan oluşurdu. Sonsuzluk, sorular ve cevaplar. Sadece anlatmalar, cümleler, sözcükler. Döngü bu olsun, diye istedi, onu düşledi. İki kişilik bir dünyaydı yine kurduğu. Ama zaten kurulan tüm dünyalar bir yerden sonra iki kişilik olacaktı belki birkaç fazla belki birkaç az. 
Beraber bulunacaktı bazı cevaplar, bazı sorular yanıtsız kalacaktı. Güzel olabilirdi öylesi. Bu bir köşede dursundu.
***
Bir soruyla irkilmişti geçenlerde. Tam daldığında, ne duyup ne gördüğünde...
Babası sormuştu:
-Kızım siz nihilizm diye bir şey öğrendiniz mi okulda?
Afallamıştı. Hıı? diye tekrarlattı soruyu. -Evet, dedi.
Nasılmış ki o? diyerek açıklama bekledi adam. Huzursuz olmuştu kız, açıklama saçma olacaktı, biliyordu çünkü anlaşılamayacağını.
Yine de anlattı üstünkörü. Karşılık tam da beklediği gibiydi.
-Öyle şey mi olurmuş yahu.
Sonrasında alaycı bir gülümseme.
İşte bu ve benzeri tüm diyaloglar için kız hep susmadan yana kullanmak istiyordu hakkını. Orada ve her yerde.
Bazı sorular cevapsız bırakılmalıydı belki de. Cevabı bilinse bile, bilmiyormuş gibi yapılmalıydı. Herkese karşı böyle olmalıydı ama.
Susulmalıydı.
Öylesine soru sormak için soran arkadaşlara da aynı şekilde davranılmalıydı.
Teyzelik merakına mahkum olan komşulara da öyle.
Ve diğer amaçsız, laf olsun diye, gereksiz soru soran herkese karşı bu tavır takınılmalıydı.
Susmak en iyisiydi. Ağırlık gerektirirdi.
Ağır olmak da iyiydi hem.
Molla diyorlardı.
***
Anlat, dinliyorum, diyene karşı anlatmak olmuyordu kafanın içini.
Deli derlerdi insana. Anlatılmazdı.
Aslında denemişti bir kaç kez. Sonu hayırlısına, inşallaha, hımmm lara bağlanmıştı. Bazı muhabbetler hep oraya bağlanırdı. O yüzden ona 'anlat' demek pek saçmaydı. Ama sadece ona göre öyleydi.
O hataya düştü yine bir gün birisi. Anlat, dedi.
Sıraladı sonra klişe üç beş cümle, anlattıklarını bambaşka anlamıştı çünkü. Gülebildi sadece, boşver, diyebildi.
Gerçekten boşvermeliydi herkes. Yani herkes herkesi anlamak zorunda değildi. Ve anlamayacağın bir insanı anlamaya çalışmak kadar da can sıkıcı bir şey yoktu ona göre.
Gülümsedi sadece, taktı madalyasını.
***
Hayatında adamlara, şair adamların laflarına hayranlık duyardı bir de, onlara hayranlık duyanlardan başka. Bugün hayranlık duyduğu yine aynı curnatadandı.
Ece Ayhan'ı andı kendi kendine. Paşa gönlü öyle istemişti.
Hırçın ve huysuz şair adam şöyle kalmış, yer etmişti geceye:

''Bilmeden bekliyoruz, bilmeden uyuyoruz sabahlara değin Kim bilir, belki de biz Tanrısıyız en olunmaz şeylerin.''

28 Aralık 2013 Cumartesi

Filmli

Vıcık vıcık aşk filmlerini mütemadiyen sevmezdi. Çünkü sonları ya çok mutlu ya da çok acıklı biterdi.
Acıklı bitenler de mutlu bitenler de gerçekçi gelmezdi ona. Normal bitsindi işte, abartısız.
Ama yok, filmler öyle olmazdı. Hayat gibi değildi bazı filmler. İşin ticari boyutu vardı çünkü. Olamazdı.
Bu yüzden herkesin bayıla bayıla izlediği çoğu filmi abartılı bulur izlemez, önyargılarını atıp tutardı umarsızca.
Bugün de çok klişe olan bir film geldi aklına. Yine konuşma aralarında ismi geçenlerden, kalmıştı, atmıştı köşeye.
'Love Story'
Zengin oğlan-fakir kız işleniyordu yine. Çok küçükken izlemişti aslında bunu, öyle hatırlıyordu. Kişiler, efsanevi müziği, olay örgüsü aklındaydı hala. Ama bir izleyeyim, dedi yine de. Bugün gamsızlık günüydü onun için. Uyandığında öyle bir karar almıştı, uygulamaya koymaya çalıştı. Yaklaşık iki saatini izlediği bir filme verebilirdi, ziyanı yoktu.
Hiç bilmiyormuş gibi merakla başladı filmine, kahvesini aldı. Hava tam böyle filmleri izlemeye müsaitti, fazlaca griler doluyordu odasına. Usul usul kahvesini yudumlarken, filmi son ses açtı. Adapte olabilmesi için bu gerekiyordu.
Sarışın bir oğlan, esmer bir kızdı. Hatırladı, tekrardan sevdi karakterleri.
70 yapımı bir film olmasına rağmen kaliteliydi. En azından türünün ilk örnekleri olması açısından önemliydi. Tek kalsaymış, keşke diye düşündü.
Ama tek bırakmazlardı, insanlar tutan bir konunun şeyini çıkarana kadar diretirler, önümüze sunarlardı. Sunulan şeylere de hayır diyemezdi insanlar, hele önceden beğendikleri türdense.
Neyse.
Sonu acıklıydı bu filmin, biliyordu. Zaten başlarken bile acıklı başlıyordu. İzleyici tahmin edebiliyordu olayın nasıl gelişip nereye varabileceğini.
İçerisinde şimdilerde oldukça ele ayağa düşmüş cümleler geçiyordu. Yazık, diye geçirdi içinden. Bu kadar düşmemeliydi bazı cümleler.
Film bitti yaklaşık bir buçuk saatin nihayetinde, hava karardı.
Fonda efsanevi müziği çalmaya devam ederken tek bir kare pek etkilemişti kızı. O kareyi en fazla sevmişti.
Ona kalsa film bu karede bitebilirdi. Bitseydi.
Hiç bir söz söylemeden, öylece.

-THE END-



27 Aralık 2013 Cuma

Günlerin ertesi

İki küçük bilye.
Siyah değil, kahverengi de değil ama. Farklı bir renk. Dikkatli baktığında üç beş rengin karışımı gibi sanki. Dalga dalga.
Yuvarlaklığı şaşırtıcı yakından. Çok düzgün. Ve içinde dünya var o düzgün yuvarlakların.
İç içine geçmiş, evren gibi aynı zamanda da ucu bucağı yok sanki.
Önce bir dikdörtgen görülüyor içinde, sonra gölgeler.
Işık olsa da olmasa da parlaklar bir de. Çok parlaklar. Ya da bugünlerde öyle geliyor.
Gözler diyorum işte. Kesinlikle yakından izlenmeli bir süre.
Gerçeklikten koparabiliyor derinlere inmeye kalkarsan.
***
Çok bunalmıştı akşam üzeri. Yavaş yavaş çekilmişti ışıklar, loştu odası. İşi de yoktu. Kitapları yoktu çünkü. Geleceklerdi. Bekliyordu.
Kitaplarım olmadan bir hiçim, hiç olabilirim, diye düşündü. Boş hissediyordu, bomboş.
Kitaplığa göz gezdirdi bir müddet, çok küçüklüğüne ait bir serinin 2.kitabını buldu. Saman kağıdından sayfalar, küçükçe yazılar ve çocukluğuydu elinde tuttuğu.
'Güneşi Uyandıralım'
Rastgele bir sayfa açtı ve şöyle bir göz gezdirdi. Şu bulanık cümlelerdi okuduğu:



Hatırlamaya çalıştı bu vedayı. Aradan uzun zamanlar geçmişti, unutuyordu okunanları yavaş yavaş.
Belki de tekrardan okunmalı diye, düşündü. Tekrardan güneşi uyandırmak?
Nostaljik geldi. Evet evet, dedi.
Vakit varken daha, uyandırmalıyım
 tekrardan.



***
Sonra günün gri öğleden sonrasında izlediği filme gitti yine kafası. Etkilenmişti çünkü. Çok etkilenmişti. Öneren zaten demişti, etkileyici, diye. Bir hışımla izlemişti o da, vakit kaybetmemişti. Vakit kaybetmeyi sevmezdi. Bazı önerileri bahsi geçerken daha kazırdı beynine, uygun zamanını bulduğunda da öncelikli olarak yerine getirir, görev bilirdi kendine. Bu da öyle bir öneriydi işte. İzlemeliydi bir an önce, izledi, rahatladı.
Hayran oldu. Öneriye, önerene, oyunculara, kurguya, hikayeye, mesaja, filme. Her şeye hayran olmuştu işte. Tarihin nasıl da tekerrür ettiğini, din savaşlarını, insan kafalarını, felsefeyi ne güzel anlatmıştı film. Ve ne güzel de uyarlanıyordu günümüze. Ama acıtıyordu bir şeyler izlerken. İnsan ırkında yüzyıllar boyu çok da ilerleme olmamıştı. Hamur olduğu gibi kalmıştı. Pisliği aynı pislikti hala. Kafaların takıldığı yerler, noktalar aynıydı.
Tanrı kadını hiç mi sevmemişti bunca zaman? Tarih boyunca böyle mi olmuştu?
Cinsiyetçilik kavramı hep böylesine saplanıp kalmıştı bataklığına, bazı kafalara.
Belki de tanrının derdi değil, umrunda bile değildi kadınlar. 
Velhasıl kelam tarih seven, felsefe seven herkesin sevebileceği bir filmdi. Tek tanrılı dinler, paganlar, erkek egemen toplum yapıları, çatışmaları ve bunlar arasında kalan filozof kadın Hypatia. Gerçek bir kadın olan Hypatia. Taşlanarak öldürülen, parça parça etleri sürüklenen, kemiklerinden deniz kabuklarıyla etlerinin sıyrıldığı Hypatia.
Bir 'vurun kahpeye' vak'ası olmuş Hypatia.
...

Ve her şey bir yana, bir döngü varsa dünyada, değişmeyen bir şeyler sonsuza kadar devam edecekse öylece, benimki şöyle olmalı, diye düşündü:
Hep filmler izlenilsin, beğenilsin önerilsin; izlenilsin, hayran kalınsın. Hem önerene, hem filmlere.
Sonsuza dek.


26 Aralık 2013 Perşembe

25 Aralık

Sadece güzel bir gündü onun için. Sadece bir tarihti ayın 25'i. Önemli bir gün değildi ya da özel. Ama güzeldi. Mutlu olduğu günleri güzel sayardı.
Bugün de öyleydi.
Sabah erken kalkmıştı kız, markete uğramıştı yarı uykulu vaziyette. Yürürken gün ışığı gözünü alıyordu ve yakıyordu tenini. Isındı bir güzel. Hafif de esti bir yandan. Uykudan uyandığı gibiydi saçları, savruldu hafif rüzgarda. Aldırmadı. Hızlı hızlı yürüdü.
Gördü yürürken sabah sabah kimler neler yaparmış. Kediler,köpekler güneş karşısında elini ayağını yalayarak ısınıyor, temizleniyorlardı. Gülümseyerek baktı onlara. Göz kırptı bir kediye, dost olduğunu belli  edercesine. Aynı yolu döndü sonra, izledi yine uyanmışları.
Aslında çok da uyanmamıştı kimse, tam anlamıyla uyanamıyordu kimse.
Sonra çay kokusunu doldurdu evine, hazırlandı. Planı vardı bir adet. Güzel bir plandı. Kötü olma ihtimalinin pek de olmadığı bir plandı bu.
Düşündüğü gibi de kötü olmadı.
Sadece gün sonunda bir çok küçük ayrıntı kalmıştı kafasında. Bazı kelimeler, cümleler gelip geçiyordu gözünün önünden. 
Gözlerini kapattığında görüyordu. Yeni bir şey değildi onun için gözlerini kapatarak görebilmesi.
Sonra dizideki cümle geldi aklına, vazgeçmeyi öğrenebilmek, demişti birileri.
Vazgeçmek öğrenilebilir miydi? Ama nasıl?
Bir vazgeçen bulmak gerekirdi bunu öğrenebilmek için. Lakin gerek duymadı. Vazgeçmek son olur, dedi kendi kendine. Gözlerini kapa ve vazgeçme.
Zaten istese de geçemezdi. Zordu. 
Daha önce az çok olmuştu, olanlar da sancılı süreçler sonucunda nihayete ulaşmıştı.
-Uzak ihtimal- geldi sonra aklına. 2009'da bir sinema salonunda izlemişti. Çocuktu o vakitler, pek çocuktu. Uzak ihtimalleri anlatan bir filmdi adı gibi. İnsanlar zaman zaman kaptırırlardı kendilerini çok uzak ihtimallere ve farkına varmazlardı. Aslında her şey göz önündeyken nasıl farkına varılmazdı? Nasıl ders alınmazdı izlenilen şeylerden?
Olmazdı işte bazen bazı şeyler.
Sonralarda anlardı insan bazı ihtimallerin ne kadar uzak olduğunu, uzay olduğunu. Ve bazılarının da ne kadar yanında, dibinde olduğunu. Ama elden bir şey gelmezdi. Gelemezdi.
İhtimaller uzak ya da yakın olabilirdi ancak önemli olan sonuca varmasıydı.
Tez sonuca varması. Tez canlıydı çünkü. Herkesten daha çoktu.

...Ve kafasının içinde belki üç yüz yetmiş beş ayrı kapı vardı. Her gece onları kapamakla uğraşırdı. Sesler ancak öyle bastırılırdı. Çeliktendi kapılar, ses geçirmiyordu.
Ama nedense bazıları ısrarla geri açılırdı, onları sertçe kapatarak çarpardı. Sonra açılmazlardı bir daha. Tüm o yüzlerce kapı kapanınca sessizliğe kavuşurdu, saymaya başlardı. Sayarken uyumak mantıklıydı. Hızlı hızlı sayardı ki daha çok yorardı kafasını.
Uyur, sabah olur perdelerini açardı.
Teker teker. Ses ve ışık doldururdu.
Mavi girerdi önce odaya. Dolardı gökyüzünden. 
... 
Yarın da yine her günkü gibi bir gün olacaktı olursa. Ve yoğun bir baş ağrısıyla uyanacağının teminatını veriyordu kendi kendine.
Ama vazgeçmeyi öğrenmek istemiyor olacaktı hala, onun da teminatını veriyordu kendine.
Çünkü sevemiyordu alı, moru, pembeyi.
Geçmiş olsundu.

25 Aralık 2013 Çarşamba

Kedi

Gözlerinin üstünden alnına doğru tatlı bir ağrı yayılıyordu. Sonra o ağrı kafanın tepesinde yoğunlaşıyor, o tatlı ağrısını akıtıyordu tepeden. Gözler yavaş yavaş kapanma isteğiyle tutuşurken bir yandan da kapanmamaya direniyordu tüm gayretiyle. Biraz kapanırmış gibi yapıyor sonra geri açılıyorlardı.
Bir çift göz.
Ve kulaklarından şifa gibi bir ses dolduruyordu bir dost. İyi geliyordu bu ses. 
Her şeye iyiydi.
Ağrı sanki uyuşuyor gibi oluyordu, ama yok dalıyordu sadece, ondan öyle geliyordu.
İrkiliyordu durup durup.
Midesi de hırçındı bir kaç gündür. Kabul etmiyordu, istemiyordu içine hiç bir şey. 
Besbelli isyandaydı bünye. Ama aldırmıyordu. 
Bastırıyordu sadece.
İki ağrı da öldüresiye değil, amaçları can yakmak değildi. Belki de sadece sarsmak, silkelemek, silkmekti.
'Bak yaşıyorsun' işte demekti belki de tüm bunlar. Belki.
Ağrılarını dinliyordu, gözlerini ovuşturuyordu sık sık.
İki parmağıyla alnına basarak şekiller yapıyor, bir şeyler yazıyordu. Görenler deli sanabilirdi onu.
Kimse görmüyordu.
Ve evet, belki de deliydi bir zamandır. 

Her gün daldığı şu gözlere daldı sonra. 
O renge.
Benzettiklerine.
Kedilere.
Kediler üşüyordu dışarıda. 
Seviyordu birileri kedileri, istemiyordu o sevenleri. En çok o seviyordu çünkü. Herkesten önce o sevmişti.
Kıskanıyordu. Koruyup kollasınlardı lakin sevmesinlerdi. 
Sevenleri aptal buluyor ama kendi bir çok şeyden daha daha çok seviyordu.
Gerçekten seviyordu.
Tüm sevdiklerini biraz böyle severdi. Sadece kendi sevsin, diğerleri de sevsin makul miktarda ama kendi gibi sevmesin isterdi. Ya da sevmesin hiç kimse, umrunda olmazdı. O sevse yeterdi. 

Hem nasıl sevilmezdi ki?
Gözlerinin içi.
...


24 Aralık 2013 Salı

24

24 saat ve öncesindeki tüm o 24 saatler...
Ne uzunlar, ne sıkıcı. Ve de ne hızlılar.
Kaç tanesi geçti gitti kim bilir. Nasıl geçti gitti.
Bilinir aslında, hesaplanır, güç değil. Ancak yine de 'kim bilir'.
Mesela az önce geçip giden 24 saatte üzüldü birileri,
İntihar etti çünkü sevdikleri, üzdü birilerini, onlar da başkalarını.
Zincirleme bir sistem içerisinde duygular. Bulaşıcılar bir de.
Ama birileri mutlu da oldu elbette, mutlu ettiler.
Yaşlandı bizimkiler biraz daha.
Büyüdü çocuklar çok az.
Heyecanlandı, merak etti, şaşırdılar.
Üşüdü, dondu, kızardılar.
Uyuştu, uyudu, uyandılar.
Unutup, -mış gibi yaptılar.
Hayal kurdular, az bazıları kimileri çok kurdu.
İmkansızdı kiminin, muhtemeldi çoğunun. Ama hayal koydular ismini.
Doğdular, öldüler.
Kızdılar, küstüler, sövdüler birbirlerine.
Sevdiler, seviştiler.
Yürüdüler, koştular, çok koştular, durdular biraz.
Aradılar, bulamadılar.
Çalıştılar, yoruldular, direndiler.
Acıdılar, korudular, benimsediler.
Biraz daha özümsediler.
Alıştılar.
Sarıldılar, kucaklaştılar, hasret giderdiler.
Konuştular, çok sustular çok.
Dolandırdılar birilerini, yolsuzluk yaptılar.
Katlettiler yine 5-10 belki daha fazla kadını.
Dövdüler çocukları.
Kestiler birbirlerini.
Boğuldular.
Boğdular.
Gömdüler, yaktılar.
Küfrettiler, beddualar savurdular.
Yalanlar söylediler karşılıklı.
İnandı bugün bazıları,
Bazıları inanamadı.
Aldatıldılar.
Aldattılar.
Sevmediler, sevemediler bugün de.
Beklediler.
Devam ettiler beklemeye.
Saydılar günleri. Eklediler geçenlere.
Bir gün daha, diye saydılar. Geçirdiler günü de.
Attılar bir yaprak daha takvimden teyzeler.
Dinlediler şarkılarını, okudular, yazdılar.
...
Yapmadıkları da oldu bir çok şeyi, belki yapmadılar bunları.
Ama geçti bir gün daha.
Bir 24 daha.

Evin babası 'hey gidi dünya' dedi. Ne ara geçiyor günler. Nasıl geçiyor.
Susuldu.
Bazılarına daha çok geçiyordu. Az geçmişti kimilerine.
Kimisine de hiç geçmemiş ya da artık geçmiyordu.

İnsan kısmısına artık merak kalmıştı sadece. 
Yarına olan merak.
Bir sonraki 24'ler kalmıştı.
Gelecek sonra da geçecekti kendince ve usulca.
Aldırmayacaklardı.

'Havaya bakarsam hava alırım.' olacaktı parola.


23 Aralık 2013 Pazartesi

Kuşlar

'' ... Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı Simurg yani nam-ı değer Zümrüd-ü Anka, Bilgi ağacının dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş. Bu kuşun özelliği gözyaşlarının şifalı olması ve yanarak kül olmak suretiyle ölmesi, sonra da kendi küllerinden yeniden dirilmesiymiş. Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. 
Kuşlar dünyasında bir şeyler ters gittikçe onlar Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler. Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş... '

Devamı yok.
Ama biliyoruz ki Simurg var, evet, bir yerlerde. O zaman o kuşlar için de hala umut var. Kurtuluş mümkün. 
-Lakin kaybolan inançları da var bir yanda.  Kaybedilmiş inançlar nasıl olur da bulunur tekrardan? Kaybolmuşlar. Birden. Çoktan kaybolmuşlar.
Dememeli ama.
Aramalı, bulunmalı yolları.
+Kuşlara öğretmeli bunları. Bildiğimizce kavratmalı.
Mühim oldukça. Öğretilmeli.
Sonra da,
Bir tüyün peşinden koyulmalılar yola o kuşlar. 
Ne kaybederler?
-Her şeylerini.
+Belki de hiç bir şeylerini.
O zaman?
...
Ben kuş olsam mesela koyulur muydum yola?
Üstelik inancını kaybetmiş bir kuş olsam?
Cevap:
Bilinmezlik.
Bir kuş değilim çünkü.
Olamadım hiç.
Keşke'dir içimde sadece.
Sahi bir 'keşke.'
...

                                                              Ve kuşlar demişken,
                                                                          Yine;





22 Aralık 2013 Pazar

Veryansın

Günlük isyanı sonradan aklına gelen o okkalı cümlelerine oldu. Tam kızışmışken ortalık, herkes kendince tatmin ederken egosunu, ben bak bunu da biliyorum derlerken avaz avaz bir kaç cümle söylenmeliydi. Ama söylenemedi. Belki sinirden belki anlık buhrandan. Gelmedi aklına o cümleler.
Durdu bir müddet. Sinir oldu içten içe. İçinde kaldı.
Muhabbet değişti sonra, iğrenç iş güç muhabbetlerine döndü, zoraki ve samimiyetsiz gülücükler fırlattı ortalığa. İçinden sövüyordu ama. Her şeye.
Daldı bir ara, belki beşinci seslenmede irkildi. Yine gereksiz ve bir o kadar saçma bir soruyla karşılaştı. Takındı yine nefret ettiği samimiyetsiz halini, cevapladı. İğneleyiciydi artık tüm cevaplar. Ama çıkmaya çalışan cümleler yine çıkmıyordu.
Can çekişiyordu derinden.
Derin derin nefes alıyordu, fark ediliyordu çevreden lakin sonlandırmadı. Rahatlayana kadar aldı derin derin nefeslerini.
Çıktı biraz gelgit yaptı serin koridorda. 
Yudumladı sonra tekrardan çayını, bitirdi. İkinci, üçüncüyü içti sonra.
Dinliyordu.
Ne gereksizdi kurulan cümleler.
İçinden geçen cümleler de gereksizdi belki ama o seslendirilenler kadar değildi. Emindi.
Herkes nasıl da hiç bir şey bilmiyordu, şaşıyordu. Aynı gezegende miyiz biz diye düşünüyordu ciddi ciddi. Sonra başka bir soruyla aynı gezegende yaşadıklarını teyit etti.
Hepsini kendi dünyasında bırakmalıydı belki. Öyle mutlulardı çünkü.
Mutlu oldukları yerde bırakmalıydı insanları.
Kalsınlardı orada.

Veryansın o sonradan akla gelen cümlelereydi,
Sadece onlara.
Şimdilik onlara.

21 Aralık 2013 Cumartesi

Hokus Pokus

Bir şeyler vardı kafasında, bir tema. Düşünmüştü hatta üzerinde, cümleler bile kurmuştu içten içe. Ama sonra gitti hepsi. Birden gitti. Gülümsemişti çünkü.
Her gülümsemede giderdi aklı başından. Gitti.
Meraktan çatlayabilirdi, neydi kafasında o kurdukları...
Kurarken kafasında bir şeyler gülmek olmuyordu işte. Ama seviyordu da o gülmeleri, hem elinde de değildi zaten.
Sonra kendine göre sağ alt köşede bulunan tarihe baktı.
21.12.2013
Evvet.
Bugün onun günü olacaktı. 
En uzun gecesiydi. Gelmişti onun vakti.
Bekliyordu epeydir, bu tarihi seviyordu.
Ama bu da değildi o kafasındaki.
Başka bir şeydi.
İç sesleri, gürültüleri?
Hayır. Onlar hiç olamazdı.
Başka bir şeydi sanki.
Ama gitmişti beyaz ışığın ardında kaybolmuştu her neyse.
Unutmuştu ve sıkılmıştı içi. Her unutuş iç sıkar mıydı? diye düşündü.
Mesela bugün köşeye bucağa sıkıştırdığı bir kaç not parçası, anlamsız karalamalar bulmuştu. Saklamıştı onları. Ama neden?
Onu da düşünmüştü gün içinde, bir anlamı olmalı bunların demişti kendi kendine.
Bulamamıştı.
Bu aralar bulamıyordu.
Unutmayacağı şeylerin nesini unutmayacaktı onları da not etmek gerekirdi, gerekiyordu artık. Evet evet, diye onayladı kendini. Not et bunları hep.
Günleri not et bir de, diye ekledi kendine. Unutma.
Gelecek günler olacak, not et, dedi.
Alışkanlık edin bunu.

Alışkanlık...
Alışkanlıklarını düşündü sonra, ona göre kimse kimseye alışmamalıydı.
Kimse ona alışsın istemezdi.
Zaten alışkanlıklar bir düzeneydi hep, insanlar düzene alışırlardı. 
Düzen bozulmasıydı aslında insanların vazgeçemedikleri alışkanlıkları.
Ve ekledi, kudurmuştan beter olmak da vardı sonunda bir de.
Nerden tutsan elde kalıyordu alışkanlık durumu da.
Ama alışıyordu da işte herkes, bir şeylere alışılıyordu.
Sıkıcıydı tüm bunlar.

Sıkıntılarını da düşünürdü ancak,
Hacet yoktu.
Gerek yoktu.
Lüzum yoktu.
Zaten sıkıntıları yok olmuyordu da düşününce.
Aksine...

Ama,
Bir gerçek vardı ki gülümsemeler sihirdi. İnanmıştı buna. Evet evet sihirdi pek ala.
Yok ediyordu bir şeyleri.
Etmişti bir güzel.
Hokus pokus'lamıştı.


20 Aralık 2013 Cuma

Acı'ma

Acıma duygusu en kötüsü, diye düşündü kız. Ama kendini dinlediğinde bazen, birilerine acırken bulabiliyordu. Acımasızcaydı bu yaptığı. Aslında kendisini acınacak halde betimlerken kafasında biraz görüp duyunca başkalarının yaşamları daha acı geliyordu. 
Acıtıyordu kızı.
...
Yan komşusunu düşündü kız, pencereden usulca zaman zaman birbirlerini izlerlerdi. Ne adlarını biliyorlardı ne de hallerini birbirlerinin. Komşulardı tek.
Ötekilerdi onlar, kız da onlar için öteki.
Kocası ölmüş orta yaşlı bir kadıncağızdı, yeniydi acısı. Genç yaşta kocasına kaçmış evlenmişti, reddedilmişti tüm yaşamından. Yeni yaşam edinmişti. Evvelden hastaydı kocası ve yaşadıkları zamanda da hastalıkla, onun getirdikleriyle uğraşmışlardı. İki baş.
Hastalığın son getirisi ölümdü. En acısı. Kadının annesi-babası da ölmüştü çoktan. Ve adamın da bir kardeşten başka kimsesi yoktu. Kardeş ise civan delikanlı. Ölünce adamcağız, kadının tek yoldaşı o delikanlı kaldı. Bunları duymuştu kız taziyeye gidip gelenlerden. Üzülmüştü haline.
Bir ara sesler gelirken yandan, iyi bari, diye düşünürdü kız. Ses lazım o eve.
Ama şimdilerde pencereden arada izliyor, sessizliklerini dinliyordu.
Arada açılıp kapanan bir kapı, o kadar...
Geldikleri kültüre dayanarak, ikisi evlenmişlerdir artık, diyordu eşraf. Onlar da öyle olur.
Koca göçünce gelini boşta olan erkek alır.
Tartışmaya girmek istedi kız bu konuşanları duyunca, girmedi. Acı hissetti sadece.
Nefret ediyordu bu duygudan ama acıyordu, elinde olmadan.
Korkunçtu. 
Hayattı bu. 
Belki de bu yüzden susuyorlardı o ikisi. 
Sessizlik bu sebeptendi belki, diye düşündü kız.
...
Sonra bahçenin ötesindeki ufaklığı gördü. Sesi geliyordu ara ara, sesli oynuyordu kerata.
O da daha bir kaç zaman önce aniden göndermişti babasını, almıştı toprak dede.
Anlamadı tüm o olan biteni, izledi sadece.
Herkes ona bakıp ağlarken izledi.
Sevdiler, acıyarak.
Hala seviyorlar gelip geçerken, acıyarak.
Çok da küçük, diyorlardı.
Yazık.
Acıyarak.
Ama o oynuyor sadece, bağırarak, çığlık atarak oynuyor sokak arasında, kıpkırmızı olana kadar oynuyor, gelen geçene buluyordu hep söyleyecek şeyler. Susmuyordu.
Susmanın aksini seviyordu.
Acıyordu belki onun da bir yerleri, annesi ağlarken. Lakin geçiyordu.
Oynuyordu tek başına, aramadan kimseyi.
Bağırıyor, sesi aşıyor pencereden salona doluyordu.
...
Birileri acıdan sessizliğe gömülürken, kimisinin avaz avaz sesi yankılanıyor ev aralarında,
Herkes kendince yaşıyor acısını, 
Ve acıyorlar acımasızca birbirlerine. Acımazsan tuhaf karşılıyorlar, ne biçim düzen, diye söyleniyordu kız kendince.
Hep böyle söylenirdi olan bitene.

Kız, duyduklarını ya da duyamadıklarını düşünüyordu.
Acıları...
Acıtıyordu kendini.
Acıyor içi.

19 Aralık 2013 Perşembe

Aitlik

Azizim,
Yazma işi kesinlikle geceye ait değil mi?
Hak verir misin bana?
Verirsin verirsin. Vermek zorundasın.
Ama başka şeyler de geceye ait,
Mesela ölürcesine düşünmek,
Hatırlamak,
Unutmaya çalışmak belki,
Direnmek, geceye ait.
Ağlamak bir de geceye ait.
İşte bu geceye ait şeyleri başka hiç bir zamanda yapamazsın. Mümkün değil.
Eksik kalır hep bir şeyler, yapmaya çalıştığın geceye aitse.
O yüzden geceleri beklemeli.
Ben beklerim.
Git gide daha çok beklerim hatta.
En çok beklerim.
Ama o aitlikler... hepsini aynı anda yapamam da. Yine eksik bırakırım bir şeyleri. Hep eksik bırakırım.
Elimde değil tamamlamak, tamamlayabilmek.
Eksik kalırlar. Eksik kalacaklar.
Keşke geceye ait olmasaydı bu kadar fazla şey diye düşünürüm. 
Hatırlarım sonra aslında kendim aitleştirmişimdir onları, ayırmak olmaz.
Geceleri uzatmaya çalışsam da faydasız. Zaten en uzun zamanlarını yaşıyorsak şimdi.
Ama,
Azalacak geceler de yavaş yavaş.
Sonra, 
Biraz sonra.

Ve neler aitse geceye, hakkı verilecek bir güzel.






18 Aralık 2013 Çarşamba

100

Saatlerce gündemi takip ederek yaşayacağım günlere geldik. Yine.
Eskisi gibi değil bu sefer, daha farklı bir konu. Beni çok da ırgalamaz gibi görünse de aslında hepimizi fena halde de ırgalayacak konular, olaylar dönüyor cennet topraklarımızda. Yine.
Ve artık okunan her haber ne şaşkınlık yaratıyor ne de üzüyor insanı. Gülüyorum sadece.
Sosyal medya denen zırva iyi komikliğini yapıyor bu olayların.
Ve de yaşanan her şey gösteriyor ki ' sen benim sırtımı kaşı, ben de seninkini' sözünün mecazını çok da güzel doğruluyor. Ancak, kaşımazsan da bla bla bla, diye devam ediyor ve gösteriyor sonunda neler olacağını.
Onlar yapıyor, diğerleri de yapıyor.
Bir biri sıkıştırıyor, bir biri.
Durum şuanda 1-1 gibi.
Ayrılmaz ikililer, ölümüne dostlar 'çıkar' söz konusu olduğunda en ufak bir tereddüte düşmeden birbirlerinin iplerini çekiyor. Pek kolay.
Ancak izlerken düşünmemek de olmuyor. Olan biten bu kadar mı, yoksa bunlar göstermelik, bombaları daha görmedik mi?
Bazıları asıl bombaların bu şekilde patladığını söyleseler de emin olunamıyor işte. Acaba?' lar kalıyor yine bize.

Bakanlar, çocukları, godomanlar, polisler, savcılar derken dolmuş kafam patlayacak düzeye geliyor. 
Evet, bombanın kafamda patlamasından korkuyorum. Sanki ben mi çözeceğim soruşturmayı, memleketi ben mi kurtaracağım yahu, diyerekten söylenmeye başlıyorum.
Giden gitmiş.
Dolmuş ayakkabı kutuları,
Yenmiş,
Yedirilmiş,
Afiyetler olunmuş.
Şimdi de vakti gelmiş hazmetmenin.
Biz, izleyelim.


Okuyalım bir de, en azından manşetleri.

http://www.radikal.com.tr/fotogaleri/turkiye/turkiyeyi_sarsan_operasyonun_gazete_mansetleri-1166772




17 Aralık 2013 Salı

Mai

Bilimsel olarak kanıtlanmış derler, mavinin rahatlatıcı etkisine. Sayın İsviçreli bilim adamları bu sefer gerçekten haklılar derim ben de.
Mümkündür.

Mavi rüyalarım vardır mesela benim, çok mavi. Huzur doludur içi. Ilık eser. Yaz kokar.
Mavi kapılar, mavi duvarlar vardır maviyle bitişik semtlerde,
Mavi tükenmez kalemim her daim parmaklarımın arasındadır, yoldaşımdır gün içinde,
Mavidir ekranımın ayrıntıları,
Gökyüzü de mesela bir kaç gündür mavi, masmavisiyle katılıyor bize.
Sonra kafamın içi, yazdıklarım, yazamadıklarım, yazmak istediklerim de hep mavi.
Depresyon hırkam bile hatta, mavi.

Kimilerinde huy'dur mavi,
Birleşince başka renklerle, fanatikliktir.
Birilerinin bağımsızlığıdır, bayrağıdır.
Sonsuzluktur,
Kaderidir bazılarının.
Gülümsetendir.
Hüznüdür kiminin de, 
Tedirginlik olmuştur bazı şair amcalara,
Takıntıdır, hastalıktır mavi.
''Ve benim yetinmezliğimdir,
Ve herkesin yetinmezliğidir belki.''

Şirinler'dir bir de. Evet evet.

Yani, demem o ki,
Kanıtlanmış bilgiler, daha da kanıtlanabilir nazarımca.
Mavi,
Maidir.
Kıyısıdır, köşesidir, dışıdır, merkezidir, hayatın.


16 Aralık 2013 Pazartesi

Seans 456985

Bazen herkes herkese kötü davranır. Nedeni yoktur. Ya da varsa da bir nedeni ufacıktır onlar. Kötü davranmayı gerektirmeyecek nedenlerdir.
Ya da tam tersine kocaman nedenler de olabilir. Ama kötü davranmak gerekir mi böyle diye?
Bu da aslında düşünülmesi saçma konulardan biri. Kötü davranmayı nasıl düşünür ki insan?
Ben mesela düşünmem, kötülüğü planlayamam. Yapamam.
Ama pek ala kötü davranabilirim. Lakin bunlar insanlara göre yine kötülük olarak algılanmayabilir. Ben yer bitirir kemiririm içimi neden kötü davrandım diye.
En büyük fobilerimden birisi olduğu için belki böyle.
Asıl saçma olan şey, neden insanlara kötü davranmaktan korkar bir insan?
Üstelik bu insan, zaten insanlar kötüler, diye söylenen bir insansa... Neden?
Nedeni yok bazı şeylerin işte. Yok.
Bazı zamanlar kendilerine bile iyi davranamazlar ki insanlar, hatta bazı insanlar çoğu zaman kendilerine iyi davranmazlar. Bazıları da hiç iyi davranmazlar.
Böyle düşündüğümüzde elbette başkalarına iyi davranma gibi bir çabası olmaz o insanların.
Başta kendime kötü davranıyorum, umrum değil diğerleri, der. Diyebilir. Mümkündür.
Ondan sonrası tufandır.
Aslında o bile tufandır belki.
Haberi yoktur sadece. Vardır ya da, haberdardır her şeyden.
Öylesi daha çekilmezdir. Çekilmez.

Ve vicdan devreye girer.
'Ulan insan ol azcık' der. Çabalayanlara bir bak, sen gülünce gülenlere, seni güldürmek isteyenlere bir bak.
Sevilmez kendileri. Sevimsiz bir duygudur genel anlamda. 
Vicdan.
Ama aynı zamanda da baskındır çoğu duygudan.
Otokontrol sağlar belki de.
Def edilmez kolay kolay. Edilse de rahatımıza baksak, diye beklenir. Boşa.
Sonra azcık insan olmaya karar verir insanoğlu.
Yani o sesi dinleyen, dinleyebilenler. Başarırlar ya da başaramazlar sonunda.
...
Ama aslında hepsi kendi kendine çabadan başka bir şey değildir ki.
İnsanoğlu hep kendine, kendi için çabalar.
Kendi iç rahatlığı için, kendi egolarını tatmin için, kendi huzuru için, kendi sağlığı için, kendi çıkarları için.
Her şeyin özünde insanın kendisi vardır. 
Aranan yol aslında kendisinedir.
Ve yollar zaten hep kişinin kendisine çıkar.
Kendi için çabalarken başkaları için de güzel şeyler oluyorsa kardır yanına insanoğlunun. Sevinir. Bir kuştur istediği ikiye belki üçe, dörde çıkmıştır.
Daha ne ister?
Ama ister, hep ister, çok ister.
İstekler bitmez iki ayaklı düşünen cinslerde. Asla bitmez.
Madden de manen de bitmez.
Biter gibi gelir insana hep, ama sonsuzluk için bile bir istek mevcuttur çoğunda.
Son'da bile vardır ilerisi için bir istek.
Var olacaktır.



Velhasıl kelam, kuş olmamalıdır istenilen, düşlenen.
Uçma, olmalıdır, uçuş olmalıdır o güzelin de dediği gibi.
Şöyle;
...





15 Aralık 2013 Pazar

Gece Fetişistliği

Bir kız varmış garpta. Gecenin gündüzün devamı olmadığına inanan bir kız.
Gün ne kadar ayrıksa geceden, başkaysa,
Gece de aslında o kadar başkadır günden, dermiş.
İnsan içinde demezmiş ama, kurmazmış cümlelerini insanlara.
Geceyle konuşurmuş o kız, güne de genellikle söylenirmiş.
Hele ki uyandığında ilk gördüğü penceresinden sızan bir parlıklıksa güneşin, daha çok söylenirmiş ona.
Güneş çünkü lazım değilmiş bu ara. Kız lazım olduğunda severmiş güneşi.
Soğuk bir kış günü, evden de çıkmıyorsa havanın güneşli olmasının bir manası yokmuş kız için.
Gece olsun diye beklermiş öyle günlerde, 
İş bulurmuş kendine, geceyi beklermiş gelsin diye.
Gelirmiş sonra gece,
Hiç bekletmezmiş gelişleri,
Oh çekermiş kız.
...
Herkesin evlerine çekilmesini severmiş, herkes evlerine çekilsin istermiş.
Sonra da o sessizlikmiş kızın sevdiği.
Gecenin sessizliği.
Ufacık genleşmelerin bile gürültü sayılacağı sessizlikleri severmiş.
Kendi nefes alıp verişini duymak istermiş kız o sessizliklerde, onu severmiş.
Yaşam işte bu nefes alış verişlerde, dermiş.
Gün bunu fark ettirmezmiş kıza, gün hep kendi derdindeymiş, hep.
Ama gece tersiymiş işte, her şeyin tersi, dinle, dermiş kıza.
Bugün de bir şölen var gökyüzünde, izlesene, dermiş.

Kendi gibiymiş gece,
Sessizmiş.
İnsanlık gibiymiş bir de, 
Karanlık.
Ama bütününde sevdiği tüm o şeylermiş, gece.
Ondan,
Severmiş.


14 Aralık 2013 Cumartesi

Arz-i Hal

...
Seviyor mu yazmayı bilmiyorum. Ama düşünüyorum, demişti, yazmayı. Yazmıştı belki daha sonralarda. Neler yazmıştı, nasıl yazmıştı, kimlere yazmıştı? Yoksa öylesine yazmalardan mıydı onunkilerde? 
Yazsındı. 
Biriktirsindi yazılanları. Belki okunurdu bir gün hepsi. 
Belki kalırdı benimkiler gibi.
Ama yazsındı, öylesi hayal etmesi daha güzeldi.
Yazarken düşünmek, yazmasını düşünmek,
...

Sonra o radyo sayfasının altından geçen sözlerden biri düştü aklıma, 'fırsat; yaz yağmuru gibidir' diyordu o söz.
Yine kafayı meşgul edecek, oldukça da hak verilecek bir sözdü. Fırsatlar birden aniden çıkıyordu insanın karşısına, hiç beklemediği bir anda, değerlendirebilene de kocaman bir madalya veriliyordu.
Ama, zordu. Çok zor.
Güzeldi fırsatlar, gelenler, kaçanlar güzeldi.
Değerlendirilmeliydi. Hakkı verilmeliydi. 
Lakin yaz yağmuruydu işte, birden yakalanmak afallatıyordu insanı ve çekip gidiyordu aniden. Ardından bakmak kalıyordu, kurulanmak.

Ve biraz da umut.

Belki de bastıracaktı yağmur, yaz yağmuru gibi yapmış, kandırmıştı belki de.
Birazcık daha beklemelisin, gitmedim bir yere diyordu belki.
Yine beklenmeyen bir anda bastıracak, sırılsıklam yapacaktı.
Belki?
...

...
Bir şeyler dilemek üzereyken tam da aklıma göğe bakmak geldi. Göğe bakmalıydım bugün. Birkaç gündür bekliyordum, bir haberde okumuştum,
Cuma ve haftasonu göğe bakın geceleyin ve dilek tutun, diyordu o haber. Belli mi olur belki gerçekleşir...
Belki, demiştim ben de içimden ve beklemiştim bugünü, evet evet gün, bugündü.

Yine, yeni bir dilek günü bulmuştum işte.
Ama bir kaç kayan meteor görmeliydim belki de önce. 
Yatarken perdelerimi açmalıyım, uykuya dalmadan önceki vakit bu iş için mükemmel, diye mırıldandım kendi kendime.
...
Düşündüm sonra, onlar meteorlar mı, düşen melekler miydi yoksa?
Yıldız olmadıklarını biliyordum artık, çok küçükken öğrenmiş büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştım.
Mesela şimdi de meteor değil de, düşen melekler olduğunu öğrensem... hayal kırıklığı yaşar mıyım yine düşündüm. Artık değildi. 
Artık çok fazla hayal kırıklığı da yaşamıyordum. 
Çok acı geldi bu.
Dileklerimi düşündüm sonra yine, ne kayacaksa ya da düşecekse artık, ben dileyecektim sadece. 
Öylesine.
Bile bile dileyecektim.

İzleyecektim göğü, karanlığı, düşenleri, kayanları...
Ve tanrı bir 'afferin' daha alacaktı bugün. 




13 Aralık 2013 Cuma

?

Ve serüven başlar...
Tam ve sağ doğumla.
Büyürsün sonra, başlarda hızlı hızlı büyürsün acelen varmış gibi. Gelişir, olgunlaşırsın zamanla.
Çocukluktur, ergenliktir, gençliktir, ilk yetişkinliktir derken geçer gider. 
Rollerin sayılamayacak kadar fazlalaşır.
Başlarda sadece bebekken, torunken, kız çocuğu iken çocuk olursun, liseli sonra, genç kız...
Yetişirsin aslında yetişmek istemeden.
Tekrardan bakarsın rollerine şöyle bir.
Artık toplum için bir işsiz,
Bazı teyzeler için ev kızı,
Birileri için yabana gelin gidecek yavrucak,
Bazıları için bilirkişi, bazılarına göre işe yaramaz,
Kimi çocuklara göre matematik, türkçe, fen bilgisi, resim, müzik, ingilizce, din kültürü biraz da sosyal bilgiler öğretmeni,
Yukarıdaki amcalara göre de buna benzer şeyler belki, altı üstü öğretmen, ama atanamayanından,
Bazılarına dost, bazılarına arkadaş,
Saygıdeğer ÖSYM' ye göre sanatçı, hukukçu, arkeolog, psikolog, filozof, antropolog, tarihçi, coğrafyacı, iletişim uzmanı, sosyolog, çevreci, bilim adamı, entellektüel...
Anne-babaya göre kız evlat,
Kardeşlere abla'sındır. 
Düşündükçe çıkar insanlara karşı takınılan roller.
Peki ya kendine göre nesindir?
Rol nedir?
En büyüğü ya da en gerçekcisi hangisidir?
Kişi hepsi midir? Yoksa aslında hiçbiri de değil midir?
Lütuf mudur bunca yüklenen rol, yoksa eziyet mi?

Aslında kişi kocaman bir soru işaretidir.
Ve sorular, hep sorulardır kişi.
Hayatı boyunca sorularına cevap arayacak olan ve çoğu kişiye de cevap bulacak, tek kişiye cevap olacak olandır.
Sorular oldukça var olacaktır.

Ama bilinir, Edip'e sorulan sorular gibi olmayacaktır sorular, cevapları bilinmeyecektir belki de.
Belki kendi sorularına da cevap bulamayacaktır.
Sonunda iki kelamdan biri çıkacaktır dilinden, dudaklardan dökülmesi muhtemel iki sözden biri, iki sayıklamadan teki...

Keşke ya da iyiki.