14 Aralık 2014 Pazar

Günlerin umutsuzları

...
Herkes umutsuz bu zamanda.
Kimi çocuğundan yana, kimi geleceğinden. 
Kimi bir işe giremeyeceğinden, kimi elindeki işinden.
Kimi yanıbaşındaki sevdiğinden, kimi asla sevemeyeceğinden.
Kimi gireceği bilmemkaç tane sınavdan, kimi de artık girmeyeceği o ıvır zıvırlıklardan.
Sonuçlardan umutsuz kimi, kimi başlayıp devamının gelmeyeceğinden.
Kimi çok korktuğu için, kimi de korkusuz görünebilmekten.
Bazıları yaşayacağı ömürden umutsuz, bazıları da daha fazla yaşayamayacağından.
Hiçbir şey değişmediği için umutsuz kimisi, kimisi de her şey çabucak değişip gittiği için.
...

Umutsuzluk modern zamanların salgın hastalığı gibi şimdilerde. Bir bakılınca çevreye, insanlara; biraz konuşunca, sohbet edince öyle net görülüyor ve anlaşılıyor ki.
Umutsuzluklarına yoldaş oluyorlar insanlar bir süre sonra. Ve mutsuzluklarına.

Bir tanesi umut etmekten vazgeçse de, karşısındakine umutlu ol diyor mesela. Başka türlüsü güç.
Komik geliyor bana. Bunca umutsuz arasında, umutla devam etmek aslında asıl güç, demek istiyorum. Demiyorum. Susuyorum.
Öyle tabi, diyorum. 
Çünkü herkes umutluymuş rolü yapıyor ya da öylesini istiyor.
Ama olmuyor. Olamıyor. Umut etmek işkenceyi uzatıyor. 
Farkına varanlar umutsuzluklarına alışıyor, varmayanlar acı içinde kıvranıyor ya da kıvranacağı zamanı bekliyorlar bihaber.
Söylemiyor kimse kimseye. Umut etmenin haybeye olduğunu.
Suçlamak mı gerek, diyorum onları, yoksa tebrik mi etmeli. Karar veremiyorum.
İnsanların elinde ya sadece o umutları kaldıysa, diyorum. Susuyorum kendimce bir umut eden gördüğümde. Zoraki gülümsüyorum ve acı, kendimce.
Umarım, diyebiliyorum sadece.
UMARIM.
.

6 Aralık 2014 Cumartesi

Günlerin haftasonu

...
Ne zaman mutlu olur insan? Zamanı nedir, nasıldır, ne gereklidir?
Durup dururken 'Ne oluyor?' ve 'Ben ne yapıyorum?' diye sorup etmeler ne zaman ve ne şekilde tükenir? 

İnsan bir şeylere sahip olabilir. Bir işe, bir tür düzene, idare eden bir sağlıklı vücuda, bomboş bir haftasonu tatiline, onu seven ve düşünen bir kaç insana... Sahiptir herkes bir şekilde bir şeylere. Ama mutlu mudur o şeylikleriyle? 
Gerçekten mutluluk nedir? Nasıl biter can sıkkınlıkları? Düştüğü dünyayı yadırgamama hali, ruhiyeti ne zaman sona erer?
Bir gri cumartesi günü, nasıl olur da melankoliye düşmez bir ademoğlu? Neden düşmez, düşünmez, neden görmez, nasıl duymaz, nasıl hissetmez burnu iğrenç kokusunu dünyanın?

Ve neden mutlu olmak istemez insan? Ya da istese başarabilir mi bunu? İstemekle mi ilgilidir? Yoksa yolu hiç mi mutluluktan geçmeyecektir? Hep mi yabancı kalacaktır? Uzaktan tuhaf bir tiksinti ile bakacaktır 'mutlu' hissedenlere?

Karışık işte. Ve anlamsız gibi de epeyce. 

İmkansız bir de. En çok imkansız belki de. Çevrede onca mutsuz varken, mutsuzlukları git gide artarken, artacakken ve besbelli ortadayken bunlar... 
Mutlu olmak imkansız bir vicdana sahipsen. 
Ve az deli bir akılla yönetiliyorsa bünyen.

Ve ben,
Ve feza,
Ve işte her bi şey,
Grilikten sıkılmış simsiyaha özenen bir cumartesi günü gibi sıkkınlığı gibi.
Soğuk, bulanık, karmakarışık.
Susulası. 
.

30 Kasım 2014 Pazar

Günlerin devamı

...
Korkuyorum koşmaktan.
Koşarken kör olmaktan.
Görmemekten, görememekten korkuyorum.

Ve şaşıyorum hem olanca inancıyla koşup hem de görmeye devam edenlere.
İmreniyorum.
Hiç mi hiç yorulmayıp ya da yorulmalara aldanmayıp hala daha ses verenlere.

İzliyorum suratları, bıkmışlıkları, bitmişlikleri, yakında bitecekleri izliyorum.
Hiçliği görüyorum her simada, boşvermişliği.

Dinliyorum seslerini, uğultularını, dedikodularını, serzenişlerini, sızlanmalarını... Anlamlı bulmuyorum hiçbirini. 

**

Ve koşmuyorum hala. Koşamıyorum.
Hiçliğe koşmayı ahmakça buluyorum. Koşanları da.
Bir ömrü maraton haline getirenleri de. Hiç yorulmayanları, yorulmak bilmeyenleri de. 
Üç yüz elli yıl yaşayacakmışcasına plan program yapanları, hayal kuranları da.
Hiç derdi tasası olmayanları bir de. 
Ahmakça buluyorum. 
Ama devam da ediyorum.
Devam etmeye. 
Olanca gürültü ile, söylenme ile, karanlık ile. 
Kasvetle.
.
http://www.youtube.com/watch?v=KymiRzMcF_Q

15 Kasım 2014 Cumartesi

Günlerin tarihi

...
Bazı tarihlerim oldu. Güzel, çirkin, önemli, öylesine tarihler. 
Kimilerini hiç unutmadım bıraktım bir köşede, kimi silindi gitti elimde olmadan.

Bazı milatlarım oldu, belli dönemleri başlatan. 
Kimisi karanlık bir devrin öncülüğünü yaparken kimi bir fener gibi aydınlatmaya başladı günlerimi. İşte bende o tarihler hiç silinmedi. Silinemedi.

Bazı günler, şaşırttılar beni, daha önce öylesine hiç şaşırtmadıkları kadar. Vakti gelmişti belki de şaşırmanın, şaşırdım. O günleri de yazdım.

Başladım bazı unutmadığım günlerde, bitirdim kimilerinde de.
Bu bazen bir yaz akşamı oldu, bazen sonbahar ortası, bazen kış ayazı, bazen de nisan sonu. Günler karışsa da zamanla, mevsimler hiç karışmadı hafızamda.

Mesela, bir unutulmaz dönemim, sonbahar ortasında başlamıştı. Seneler sonrasına kalacak bir dönem. O sebepten sonbaharlarından nefret edemedim ben diğerleri gibi. Ne kadar sıksa da içimi, bir yerde sürpriz gizli olduğunu bildim, umut ettim içimde kalan tükenmek üzere olan zerre bir hevesle. 
Ve, pişman olmadım bu yaptığımdan. 
Sonbaharı sevdiğimden, sevdi o da beni. Belki de sevdirdim zamanla kendimi.

Seneler seneler sonra, yine bir sonbahar ortasında başlayacaktı bir dönem ve sonlanacaktı bir başkası, uzunca süren beklemelerin nihayetinde. 
Bekleyip görülecekti sırasıyla, not edilecek başka başka tarihler karşılanacaktı.
Artık perde açılmıştı.
...
.

13 Kasım 2014 Perşembe

Günlerin dörtlüğü


...
Duyulmasa da sesimiz, istiyoruz. Devam ediyoruz.
Acı bir şey.
Ahmakça.
Ve tatsız.
Yağmurlu bir gün ortası,
Kendini tanıyamayan bir sonbahar gibi.
.

8 Kasım 2014 Cumartesi

Günlerin benzetimi

...
Bir simülasyondu yaşadığım, içinde bulunduğum. Ilıktı ortamı ve tarçın kokuyordu sanki birazcık, sonra da vanilya. Hoş bir turunculuk hakimdi renk olarak da. Kapalı ama ferahtı. Can sıkmıyordu hiç. Aksine huzur doluydu, rahatlatıcı bir tınısı vardı bir de.
Ve ben aşıktım sanırım birisine. O birisi de her zamanki gibi bambaşka,çok başka birisiydi. Benzemiyordu öncekilere. 
Seviyor da gibiydim ama bir rahatsızlık hissetmeye başladım sonrasında. Belli sevmelerimden sonra pörtleyen o rahatsızlık hissi. İşte yine çıkıyordu sinsice. Sıkıştırıyordu kalbimi, canımı sıkıyordu.
Bunlar olurken bir ses, kaynağı belli olmayan ses, belki de kafamın içinden bir ses bana direktifler veriyordu. Derin derin nefes al, olumsuzlukları at, müziği dinle, rengi özümse diyordu. Elini tutmamı istiyordu sadece. Rahatlamamı sonrasında da. 
Bana sevmeyi mi öğretiyordu, aşık olmayı mı yoksa bilemiyordum lakin bir şeyleri düzgün yapmam için yardımcı olmaya çalışıyordu. Bu sefer başarabilmem için.
Bir aşk simülasyonu muydu? Sevgi mi? Bilmiyordum.
Simülasyonların, gerçekte ulaşması mümkün olmayan ya da zahmetli olan durumlarda kullanılan bir benzetim tekniği olduğunu düşünüyordum bir yandan da. Aşk öyle mi? Sevgi? diye sorup durdum kendime.
Öyleydi herhalde. Benim için pek mümkün olmayabilirdi ya da ben beceremiyor olabilirdim o işleri. O sebepten lüzum görmüştüm kendime bir simülasyonla öğrenmeye.
Ve şaka gibi. Öğreniyordum da. Sıkkınlığım yavaş yavaş geçiyordu. Belirginleşiyordu kokular, renkler, hissediyordum ortamın okşayıcı ılıklığını. Güveniyordum ve inandığımı hissediyordum giderek, artarak. Ve o yüzü seviyordum, hem de çok.
Günler, aylar, yıllar geçiyordu.
Başarmış olabilirdim bu sefer. O kaynağı belli olmayan ses, yine başlamıştı bir şeyler anlatmaya belki de öğretmeye her zamanki gibi. Dikkatle dinliyordum, hiçbir şeyi dikkatle dinlemediğim kadar. 
Sonra yoğun kuş sesleri duymaya başladım, fazlalardı. Ve muhtemelen bir kaç farklı türün sesiydi bu. Hoştu.
Sakın sen kuşlara uyma, diyordum bir yandan da, oldukça anlamsızca. Dinlemeye dalmışken tam da, bir ürperti hissettim aniden. Bir ışık aldı gözümü.
Sesler, kesildi.

Uyandım.
.
http://www.youtube.com/watch?v=9LYh6dIGhwU


7 Kasım 2014 Cuma

Günlerin sonucu

...
Bir kitaba başlarım sonunu bile bile.
Bir sinema filmine de başlarım sonu apaçık ortada iken.
Sonunun nereye varacağını adım gibi bildiğim dizilere de başlarım.
Ve yine sonu hakkında hiçbir sürprizle karşılaşmayacağım yollara da girerim.
Kararlar alırım sonunu daha önce çok kez yaşamışken.
Engel olamam buna, olmak istemem. Bazı sonunu bildiklerimi yaşaması, hissetmesi, düşünmesi güzeldir çünkü. Onu severim.
O düşüncelerden çıkmış hayalleri, sayfalar dolu yazmaları, an'ları tekrar tekrar yaşamayı.

Ve sonu geldiğinde tüm o şeylerin, bir tuhaf sıkıntı kaplar içimi. 
Sonunu beklerken hissedilen belirsizlik duygusu, sonunda bir kesinliğe dönüşür. Ki kesinlik her açıdan rahatlığın timsali midir?
Çoğu zaman öyledir muhtemelen. Ama ben bilirimki kesinliğin de içinde bir nahoşluk gizlenir. Hemen ortaya çıkmayan, bir süre geçince kendini yavaş yavaş gösteren bir nahoşluk.
Ama yine bilirimki, o nahoşluk geçicidir. Tüm, sona gelerek kesinleşmiş, artık düşünülmeyen, zamana, geçmişe karışan şeyler gibi.

Bir daha anlarım bazı kesinliklerin sonucunda aslında senelerdir değişmediğimi, bu kafayla değişemeyeceğimi. 
Canımı sıksa da bu durum, gülüp geçerim kendime. Yaşamımın bütünü o kesinlikler, kimi belirsizliklerdir işte.
Kesinlikler insanı bir durup sersemletse de, belirsizlikler bir boyu boyu sürer, aklının bir köşesini bir ömür boyu meşgul eder, bilirim.
Bir şeylere sıkıştırdığın anılarda ortaya çıkar, duyduğun, kokladığın, benzettiğin her durumda bir belirsizlik anısının aklına gelmesi cehennem değil de nedir?
Ve evet, keşke'lerden daha kötüsü yoktur bana göre şu ahir ömürde, yapmak istenilip yapılamadan geçmişe karışanlardan. 
Kalan keşkelerimdir en güzel rüyalarım da, kabuslarım da.

Tüm bu kesinlik, belirsizlik, keşkeler çıkmazında da bir güzel doğa kanunu gelir hatırıma bir şairin dizelerinden; 'Sen elmayı seviyorsun diye, elmanın da seni sevmesi şart mı?' şeklinde.
Ki, ben elmayı hiç sevmem. Elma da beni muhtemelen.
Ama durum böyledir, biri birisini sever, o birisi de başka birisini sever lakin sevdiği birisi de kendi sevdiği birisinde kalmıştır. Böyledir en şiddetli hissedilenler, tarifsiz denilenler.
Ademoğlu, onu en çok seveni görmez; en çok sevdiği de ademoğluna aldırmaz o kanun gereğince.
Ve bu, çok da sıkıntı yaratmaz kimi hasta ruhlular için. Çünkü onlar sevgiliden çok sevmeyi sevmiştir. 

Velhasıl kelam ben de bilirim, Tahir'liğin de, Zühre'liğin de ayıp olmadığını.
Bilirim belirsizliğin de keşkelerin de sevdaya dahil olduğunu.
Bilirim mutlu sonların çok çok sayılı gönderildiğini ve sana, bana düşmeyeceğini.
.
.

5 Kasım 2014 Çarşamba

Günlerin kaybetmişleri


...

''... Unutmanın acısı, ayrılığın acısından farklı. Ayrılık hüzne yakın, unutmak kasvete. Yani birini er geç unutmaya mahkum olduğunu bilmenin kasvetinden bahsediyorum. Birini yavaş yavaş unuttuğunun bilincine vardığın anların sıkıntısından bahsediyorum. O kişinin parça parça silinip alakasız hatıraların arasına karışmasından bahsediyorum. Belkide neden bahsettiğimi bilmiyorum, sadece üzülüyorum, vasıfsız keder.''

Günler sana hiçbir şey getirmiyorsa güzel kitaplar getiriyor, çok güzel adamların kalemlerinden, yüreklerinden çıkmış kitaplar. 
Hiç güleceğinin olmadığı o buhran vakitlerinde içten kahkahalar attırabiliyor sana ve devamında şaşırtıyor. En son ne zaman içten güldüğünü ve en son ne zaman yazılmış satırlara, sayfalar dolusuna, öykülere böylesi içten gülebildiğini sorgulatıyor. Zaman zaman dolduruyor gözlerini, yabancısı olmadığın kasvetli ruh haline döndürüyor. Dengesizliğine yoldaş oluyor.
Kaybeden oğlan çocuklarının, ergenlerin hikayeleri çekiyor seni içine, en derinine. Bir kaç önemli yerden yakalıyor çünkü seni. 
Çocukluğundan ve tüm o kaybetmelerinden.

Ve bir kez daha farkına vardırıyor.
Esas ihtiyaç duyulan; bazen sadece okumak, yazmalarından biraz önce ve az sonra çok ama çok okumak.
Okuyarak soyutlanmak kafanın içindekilerden, bünyeni sarsıp duran sızılardan.
Vasıfsız kederinden okuyarak kurtulmak.
Erken kaybedenlerle o bağı kurarak görünmez içten selamını yollamak.
Tarçınlı çayını, tüm kaybedenlere, okuduğun kaybetmişlere benzettiklerine kaldırmak...

Ve cümlelerin ile aralarına tekrar tekrar katılmak.
.

Günlerin terapisi

...
Güzel rüyaların güzel fon müzikleri olduğuna inanmışımdır ben, inanmadığım onca şeye inat.
Benim hep öyle olmuştur çünkü, en sevdiğimi görürken rüyamda en sevdiğimi de dinlemişimdir alttan alttan. İşte öyle zamanların, bilinçaltımın keyfimi yerine getirmek için kurguladığı anlar olduğuna da inanmışımdır.
Şarkı ' Belki son sabahtır belki de bahardır' derken durumu özet geçer mesela bana usulca. Belirsizliğimi, ne olduğunun karmaşasını, nerelere varacağını...
Uykudan gözümü açar açmaz şarkı daha yüksek sesle çalmaya başlar. 'Başka bir karanlık, istemem ki artık' diye bağırır. İsteklerimizi haykırır benim de yerime. Fikirdaşlığımızı vurgular içtence, karanlığa olan tavrımızı.

Ve rüya...
Haber alınamayan her şeyden haber uçuran, üstelik haberle kalmayıp beklediğini yanı başına getiren bir rüya. Gerçek gibi. Bir gün gibi. Gelecek gibi, kim bilir.
İşte böylesi rüyalar daha da inandırır beni, kandırmaz çünkü. Ütopyaları göstermez şehvetlice.
Sadece, bilir benim moralim bozuk olduğunda ne görmek istediğimi, kimi. Onu gösterir. Kafamı hafifletir.
Güldürür bir de ne güzel, konuşturur saatlerce rüyadakini.
Ve ben bilirim, rüyadan da güzel anlar çok çok azdır benim için. Rüyaların güzelliği bambaşkadır bana göre, çok başkadır. Ve işte böylesi rüyalar o rüyalardandır.
Rüyadan daha güzel olan bir kaç şeyi anlatan bir rüya.
Karanlığı silip süpüren, gün ışığı,gök ışığı dolduran bir rüya.
Seçtiği şarkıdaki mesajları gün boyu düşündürerek bana meşgale bulan bir rüya.

Rüyamın şarkısı bana: ' Her şeyden bir şarkı çıkmaz. Her şarkıdan da çıkılmaz.'  der defalarca ve defalarca.
Çabalamam, o kuvveti bulamam kendime. Ne şarkı çıkarmaya çalışırım bir şeylerden, ne de şarkıdan çıkmaya uğraşırım.
Rüyalarımdan da güzel olanı düşünürüm bu günlük. 
Nasıl olup da rüyalarımın güzelliğini aşabildiğini bir de.
.
http://www.youtube.com/watch?v=JN2PCbpL7DY

4 Kasım 2014 Salı

Günlerin zorlaması

...
Yazmalıyım efenim. Daha çok yazmalıyım. Ve konuşmamalıyım da. Anlatmamalıyım hiçbir kimseye. Ses etmemeliyim.
Yazmalıyım sadece.
Geçmesi için aylarca süren bıkkınlığımın, geçmesi için içimi çürüten sıkılganlığın, geçmesi için baş ağrılarımın, geçmesi için nefretimin, geçmesi için zamanın. Sona yaklaşırken mutsuz ve oldukça umutsuzca, yazmalıyım.
Geçirir mi geçirmez mi düşünmeden, bilmeden yazmalıyım.
Biter mi bitmez mi diye tüm o bulantılar, bitmeden yazmalıyım.
Kelimelerden acımı çıkartana kadar,
Cümlelerden sinirimi atana kadar.
Bitmek bilmeyen, geçmek bilmeyen zamanla yarışır gibi, yazmalıyım.
Yapacak başka hiçbir şey bırakmayanlara inat yazmalıyım.
Beklemelerime derman olur mu, diye düşüncelere dalarak yazmalıyım.

Başkası güç efenim. Başka türlüsü çok güç.
Susmak güç, konuşmak daha da güç.
Tam düzlüğe çıkarım diye beklerken yeni tümseklere takılmak güç.
Bitmek bilmeyen o çukurlara düşmeler, karanlığa saplanmalar her seferinde daha da derine, güç.
Alınan kararlar, girilen yollarda en ufak yaşam belirtisi görememek, güç.
Zamanında doğru kabul edip, emin olduğun her şeyin vakti gelince tepene yıkılması, enkaz altında bırakması seni, güç.
Girdiğin her ortamın, gördüğün her insanın, bildiğin her durumun kokuşmuşluğunu fark etmek ve bir şey yapamamak, güç. Çok güç.

Ve kaybedişleri kabullenmemek efenim. O en güç. Kaybetmelerin farkına varmamak, varmak istememek, öyle sanmamak ya da sanamamak. Tüm kaybetmelerin sarıp sarmalamışken benliğini, nefesini kesiyorken, kalbini çıkarırken belki yerinden çabalamaya devam etmek, son nefesini kaybetmenin uğruna vermek; güç efenim. Fena halde güç.
.

1 Kasım 2014 Cumartesi

Günlerin hissi

...
Yolda yürürken bazı insanları görmezlikten gelmek istediğim zamanlar olur ve mütemadiyen görmezden gelirim. Çoğu zaman ve çoğunlukla temas kurmak istemem sözlü ya da başka türlü, sevmem. Sevmeye değer görmem çok büyük bir kısımını insanların. 
Ama yine yolda yürürken görmemezliğe gelemem kedileri. Her biriyle göz teması kurar, kendimce selam verir geçerim. Tokalaşırım kimiyle de. 
Ve evet efenim, çoğu kediyi değer bulurum sevmeye. 

Bazı zamanlarda da hiçbir şeyi değer bulmam hiçbir şeye. Sadece huzursuzluk, tedirginlik, sıkkınlık hissederim. Bıkmışlık bir de fazlasıyla.
Ne fark eder? derim, sorarım sık sık. Hiçbir şeyin fark etmeyeceğini düşünürüm hiçbir konuda hiçbir hususta.
Teker teker bütün insanlar, hepsi de gereksiz gelir dünya üzerinde. En çok da ben fazlalıkmışım gibi olur.
Öyle zamanlarda, sevemeyişlerimi abarttığımda, sen zaten ne seversin, diye sitem ederler çok alakasızca bana. Bilmezler benim sevme zamanlarımın olduğunu ve zamanım gelmedikçe öyle herşeyi sevemeyeceğimi onlar gibi.
Düşünürüm sonra, her daim sevebilen insanları. Hiç bıkmayanları. Ama kesinlikle imrenmem de. Onlar da sıkıcı gelir çünkü fazlasıyla gözüme.
Dünya öyle sevgilere boğulacak bir yer değil ulan, diye bağırmak isterim. Bağırırım da ara sıra. Bağırıyormuşcasına.
Bazen de çekinmeden sorarım, neşenin bu sevginin kaynağı nereden kardeş? diye. Oracıkta olmuş bitmiş bir somutlukla cevap verir karşımdaki de. Şaşmam ona.
İnsan, bu, derim. 
Böyle işte.

Yaşamak bu mu? adlı malum sorumu yinelerim.
Mutluluğa neden bulabilme çabası. Eline geçenden veya selam verdiğin bir kediden.
?

22 Ekim 2014 Çarşamba

Günlerin isteği

...
Totem yapsam, derdim bazı bazı. Bir gün belirlesem veya bir saat. 'O' zamandan sonrasında herşey bambaşka olsun, istesem. Desem, desem. Sürekli. Değişir mi?

Bir zamanlar bir şeyi çok istediğimde ilahi güce yönelirdim. Sabah ve akşam içimden isteğimi dile getirir, ne gerekiyorsa elimden geldiğince yapardım ilahi güce sempatik görünebilmek için. 
Olmazdı.

Bir şeyler istemeye devam ederken, farklı inançların çizgisine de yöneldim fırsatlar önüme geldikçe. Kiliselerde dilek havuzlarına para attım mesela, azizlerin ruhuna iyi dileklerimi sundum. Etnik bazı mekanların çeşmelerinden sular içtim.

Doğaüstü söylentilere kulak astım kimi zamanlarda da. Falcıları dinledim ciddi ciddi. Şöyle şöyle yaparsan'lara kulak astım çokça. Utanmadan. Zamanımı o kadınların veya tuhaf o adamların dediklerine göre şekillendirdiğim oldu. Sonunda tabi ki bir şey değişmedi. Aptallığımdan başka.

Bir kere de farklı bir şey oldu. 
Hiç bir şey yapmadım. Durdum sadece. İstedim günlerce, haftalarca. Olsun, dedim. Direttim. Kendi kendime istemekten asla vazgeçmedim. 
Ve günler istediğimi getirdi önüme. Çok tuhaf bir şekilde. Secret falan da değildi bence bu. Rastlantıydı besbelli. Ama öylesine dururken gerçekleşmişti işte. Şaşırtmıştı beni daha önce hiç şaşırmadığım kadar. 
Daha sonrasında da ben devam ettim durmaya, hiç bir şey yapmamaya. 
Olacaklar olanlar oluyordu çünkü. Olmayacak olanlar da bir tarafını yırtsan, çıldırsan, delirsen de olmuyordu. Bu kadar saçmaydı her şey. Çok saçma.
Yalandı, iyi şeyler olsun, diye tüm o yapıp etmeler. Yalandı yıldız falları. Yalandı içilen kahvelerde görülenler. Yalandı iyi düşün iyi olsuncuların zırvaladıkları. Yalandı havuza atılan dilekler. Yalandı uçurulan balonlar. Yalandı düşen kirpiğin altta ya da üstte olmasından çıkan anlamlar. Avucumun içindeki çizgiler yalan söylüyordu.
Bir güzel kuşun üstüme pislemesi yalandı.
İskambillerden savrulanlar da.
Dörtbindörtyüzbilmemkaç kere tekrarlananlar da.
Görebilmek için hayırlısını, dileyip uykuya yatmalar da... Daha niceleri işte. Yalandı.
Umudu ayakta tutabilmek içindi belki de tüm bu uydurmalar. Başarılı da olmuşlardı kimilerince, kimileri üzerinde.

Ve bence de, insan ayakta kalabilmek için, umutlarını hala dinç tutabilmek için yanaşıyordu tüm bunlara. Yanaşsınlardı. Bazılarının tek dayanağı bunlardı çünkü.
Onlara dayanak lazımdı. Esasen herkese.
Bir şekilde, dayanmak isteyenlere.
.

21 Ekim 2014 Salı

Günlerin rüyası

...
Mutlu olduğum hatta ilerisinde de mutlu olabileceğimi düşündüğüm zamanlar vardı. Bir zamanlar. 
İşte o zamanlar, zaman zaman rüyalarıma girerler. Hiç aklımda yoklarken, hiç düşünmezken.
Hem de en mutlu olduğum bir kaç anın düpedüz tekrarını yaşatarak, acı çektirmek istercesine süzülürler bilinçaltımdan. 
Ve o rüyalar görülürken uyanmak istemem ben. Asla.
Aralıklarla uyanıp dursam da devam ederim uykuya, aslında rüyaya. Bitmek bilmez o mutluluk anları. Arada depremler olur hatta. Hafiften sallanır şehir. Bünyenin umurunda değildir.
Bu rüyaların etkisi haftalar sürer, aylar belki de. Öldürmezler, aksine... 
Bazısı bir kaç günde geçer gider, bilirim. Ama bazısı da sever yerini, gitmek bilmez.
Bana haftalarca aynı adamdan aynı şarkıları dinletebilir bir rüya.
Sabah akşam aynı filmlerin en vurucu anlarını izletebilir.
Her gün uykuya dalarken aynı rüya devreye girer, benzerlerini gösterir durur.
Normal değildir, bilirim. Ama severim bu halleri. Yapacak daha önemli şeylerim, adapte olmam gereken işlerim olmadığı için, severim.
Zorlarım bazı gecelerde hatta, aynı rüyayı görebilmek için. O rüyayı görmemi ne sağlamışsa, durup düşünür, aynı etkenleri gözden geçiririm. Daha çok dinlerim bazı şarkıları mesela, daha çok düşünürüm o zamanları.
Bir rüya insanı çıldırtabilir bir süre zarfında efenim. Yani çıldırmanın somut sebebidir aslında, ben somut sebepleri de severim. Bellidir işte nedeni, baş ağrısının. Rüyalar derim, geçerim.
Ve şikayet etmem.
Hali hazırda dipteyken, daha fazla rüya görmekte, rüyalarımda görmekte sakınca bulmam. 

Hem o rüyalar tam da böylesi zamanlar içindir zaten, bilirim. 
İzlemeye devam ederim.
.



20 Ekim 2014 Pazartesi

İlklerden bir hikaye

...
Hikaye anlatıyorum. Kimisini uydurup uydurup yazıyorum, kimi gerçeğin ta kendisi oluyor. Bilmiyorlar anlattıklarımın hangisi uydurulmuş hangisi gerçekten olup da bitmiş.
Bildirmiyorum tam anlamıyla. Aslında kimse bildirmiyor, sanıyorum. Ben emin olamadıkça duyduğum hikayelerden, kendi hikayemin kısımlarını değiştiriyor zevkime göre şekillendiriyorum. Kimini de ellemiyorum. Olduğu gibi, acıttığı gibi kalsın istiyorum mazoşist ruh halimi tatmin etsin diye.

Mesela bir ilk hikayesi anlatıyorum:

İlkokulun başları...
Sarı bir oğlanla tanışıyor kız. Gözleri yeşil. Karadenizliyim diye geziniyor ortalıkta, ufak kız pek anlamıyor. Sarıca bir çocuk işte, diyor kendince, ne sevimli. Hem diğerleri gibi yaramaz da değil. Kendine benzetiyor. Hatta kendinden daha hükmedilebilir buluyor onu. Söz dinliyor çünkü ufak oğlan. Teneffüslerde bile kız istemiyorsa çıkmıyor, yapmadığı ödevini yapıyor kızla birlikte. Çünkü kız, öğretmen ona kızsın bağırsın istemiyor. Ona bağırdıklarında kızın gözleri doluyor, sanki kendineymiş gibi hakaretler nefret duyuyor o söylenene.
Seneler geçiyor. Bir, iki,üç... Çocuk ile kız her sene sıra arkadaşı oluyor. Yol arkadaşı bir de. Evleri birbirine yakın olduğundan birlikte gelip, gidiyorlar. 10 dk'lık yürüme mesafesi, el ele okula gidip öyle dönüyorlar evlerine. Senelerce.
Sonra, 5 senenin sonunda sınıflardan beşer, onar öğrenci alıp yeni bir sınıf oluşturulacağını söylüyor öğretmenler. Üzülüyor çocuklar haliyle, ama kız daha çok üzülüyor. Ya da öyle sanıyor. Derken sene sonu yaklaşıyor, sınıfla bir parti planlanıyor ve dans için eşleşmeler oluyor sınıf içinde. Kızla oğlan hemen eşleşiyor birbiriyle. Sözleşiyorlar. Onca sıra arkadaşlığı, yol arkadaşlığı sonunda hatta evcilik oyunlarındaki anne-baba rollerinden sonra dans için bu şekilde çift olmaları sevindiriyor çocuk akıllarını. Heyecanlandırıyor çokça.
Sonlara doğru akarken zaman, bir gün kızın babası görüyor iki çocuğu el ele. Yanlarına varıp sohbet ediyor, ardından kızı alıp yola devam ediyor. Gönderiyor çocuğu. 
Anlatıyor sakince. Artık büyümeye başladıklarını, yolda el ele yürümenin yanlış anlaşılacağını. Blablabla. Aldırmıyor kız. Anlamıyor en çok da. Ama sonra bir daha utanıyor çocuğun elini tutmaya. Bir daha tutmuyor...
Ve, son gün kalmışken partiye, midesi bulanıyor kızın. Dünyası bulanıyor. Acile götürüyor annesi, babası. Besin zehirlenmesi diyor doktor. Yatması gerek 3 gün.
Mide bulantısından ağlayıp duran kız, bu haberi duyunca daha da ağlıyor. Çok ağlıyor. Hali olsa kalkıp gitmek istiyor o kadar hazırlandığı partiye. Gidecek kuvveti bulamıyor.
Bir yandan da teselli ediyor kendini, kimse benim eşleştiğim arkadaşımla dans edemezki, herkes eşleşmişti zaten, diye. Sonra onun haline de üzülüyor. Sıkılmasın istiyor.
Günler geçiyor. Arkadaşları, o çocuğun partide başka bir kızla eşleştiğini söylüyorlar. Aldırmıyor gibi davranıyor. Ama kıskançlıktan kuduruyor kız çocuğu. Karne gününden önce, arkadaşlarıyla toplanınca öğreniyor her şeyi ayrıntısıyla. Sarı çocuk parti günü eşi gelmeyen başka bir kızla eşleşmiş ve çok da güzel vakit geçirmiş. Miş.
Senenin son günü okula gittiklerinde arkadaşı hemen geliyor, anlatıyor geçen zamanı. Kız sinirli, olan bitene çokça kızmış durumda dinliyor oğlanı. Saçma sapan bir nedenden ötürü çocuğun kolunu sıkıp morartıyor bir an, hemencecik yapıyor bunu, anlamıyor. Canını acıtıyor oğlanın ve bundan müthiş bir zevk duyuyor. 
Ve bir daha konuşmuyor o'nla. Evet konuşmuyor, anlatmıyor eskisi gibi, dinlemiyor.
O sene bitiyor, sonraki sene sınıfları ayrılıyor.
Ara sıra hal hatır sormalar harici bir daha görüşmüyor, görmek istemiyor. Ne aynı sırada oturuyor, ne de evlerine ödev yapmak için gidiyor artık; ne teneffüslerde yanına uğramak istiyor ne de gözlerine bakmak. 
İlkokulun son senesi oluyor neredeyse, sekiz senenin sonlarına doğru kız biraz sert bir hastalık dönemi geçiriyor. Bir kaç hafta yatmak zorunda kaldığı. O süre içerisinde arkadaşları teker teker evine geliyor. Bahçelerinden kopardıkları güllerle, kır çiçekleriyle ve papatyalarla... Çocuk, bir tutam papatyayı saplarına beyaz çizgili defter yaprağı sarıp getiriyor kıza, usulca uzatıyor. Koyuyor yatağının yanına, geçmiş olsun, deyip çıkıyor odadan.
Kız o çiçekler içinden en çok papatyayı sevdiğini söylüyor annesine. Bir bardağın içine tüm çiçekleri koyuyor, papatyaları ortaya, güller ve kır çiçekleri onların çevresine...

İlkokul yıllarına ait bu 'ilk' hikaye, bir ilk aşk hikayesi mi yoksa çok derin bir arkadaşlık hikayesi mi karar veremiyorum yıllar sonra bile. Ama bir ilk olduğunu biliyorum sadece. Güzel bir ilk. 
İlk aşk, dendiğinde de aklımda bu hikaye canlanıyor nedense. Her seferinde.

Tüm canlandırmaların ardından biraz acı kurgulanmış bir gerçekliğin papatya kokusunu anımsıyorum.
Ve, evet. Çiçeklerden de en çok onu seviyorum.
***

17 Ekim 2014 Cuma

Günlerin ardı

...
Düşüncesi sıkıntılı... Aslında düşünülür çoğu zaman. Kimi zaman öylesine kimi zaman da ciddi ciddi, nasıl olur, diye. Sonra korkar insan, dalga geçer kendiyle, duymazlıktan gelir çoğu zaman da. Ama o düşünce durur hep bir köşede. Durduğuna inanılır kimisince.

Yöntemleri düşünülür bazen de. En acısızı. Bulunmaz. Yaratıcı olmak için zorlanır biraz, kendiyle dalga geçmeye devam eder insan. Ama işte, acılıdır az çok hepsi.
Gerçi, sonunu yazan biri elbette ki acısına takılmaz.

Son sözlerini videoya çeker, internete koyar bazısı. Bazısı da mektuplar bırakır geride kalanlara. Bir de sessiz sedasız çekip gidenleri vardır. Gizemli olanları, hep gizemli kalacakları. 

Bir adamın giderken bile gözleri parlar, güler suratı. Memnundur kendi gidişinden, memnun kalacaktır gibi gelir ona. Sıkıntısı bi sorun olur da gidemezsem, üzerinedir sadece. Bazı okunanlardan da bilinir ki, kimi ağlaya ağlaya kimisi kusa kusa, kimi ağzından tükürükler saça saça gider. Kimileri daha da korkunç şekillerde.

Yine adamın biri, son sigarasını içer. Son kadeh şarabını bir de. En sevdiği şarkıyı dinler de öyle gider. Şanslıdır o adam. Giderken bile. Şansını kendi yaratmıştır işte. Ama bazıları alelaceledir. Kimseler görmeden dolarlar ipleri boyunlarına. Kim bilir, kimisi sadece annesine sarılır belki ya da kardeşini öperek vedasını eder kimi, öyle gider. Veya son kez çıkar dışarı, solur içine havayı serin serin, gökyüzüne bakar uzun uzun, maviliğine ya da kapkaranlığına. Sonra gider...

Gidenlerin çoğu cesurdur. Belki de hepsi. Kolay değildir herhalde öylesi gitmek. Ve o gidenler kendinden emindir, soğukkanlıdır. Ve tabiki bencildir de her insan gibi. Gitmek istemiştir ve gitmiştir.

O gidenler bir de şanslıdırlar çoğu kalanın gözünde. Çünkü serseri bir kurşunla gitmemişlerdir mesela, bir işçi katliamında, bir salgında, sıkışık bir trafikte, kesip biçilerek bir katil tarafından, ters düşündüğü için diğerlerinden, özgürlük için bağırdığından, 'siz yanlışsınız ulan' dediği için, bizzat sistem tarafından mahvolmuş şekilde gitmemiş, hiç edilmemişlerdir. 
'Kader' denmemiştir o gidenlerinkine. 
Bu yüzden bir yerden bakınca imrenir insanlar o gidenlere. İmrenmese de takdir eder, hayran kalırlar cesaretlerine.

Kızar kimisi de. Mızıkçılıklara, kolay pes etmelere, kolaya kaçmalara, bencilliklerine kızarlar o gidenlerin. Onların da haklı sebepleri vardır kendilerince. O gideni çok seviyorlardır, aşıklardır belki, ya da hesapları vardır görülecek. Kızıdır, oğludur, annesidir, kardeşidir, babasıdır, dostudur, arkadaşıdır işte. Hak sahibiymiş gibi görür kendini, o gidenin yaşamı üzerinde. Öyledir, belki de hiç değildir.

Ve o gidenler... Aldırmazlar, sınav bitmeden giderler, yasak olduğunu bile bile. Yasak bilmezler çünkü. Yaşadıkları, gördükleri, geçip giden yılları yasakları yasaklamıştır belli ki. Umursamazlar. 
Gittikleri o yer hiçliğin başladığı yerdir artık. Ya da başka şeylerin. Bilinmezliğin, yokluğun, boşluğun işte. 

Kalanlar ise kalmaya ve düşünmeye devam eder gidenlerin ardından. Kalanlar düşünmeye mahkumdur. Onlar düşünmeyi seçmiştir. Kalmayı bir de. Her şeye rağmen, kalmayı daha kolay bulmuşlardır. Belki. 

Hala hayal kurabilen herkes kalır esasen. Gidenlerin ardından bunca kafa yoran insanlar da kalır.
En sevdiği şarkıyı tekrar tekrar dinleyenler, hiç bitmesin isteyenler kalır.
Şarabını yudum yudum, tadına vararak içen, yutkunurkenki o sesi sevenler kalır.
Sigarasının dumanını serbest kaldıktan sonra dağılışını izlemeyi sevenler kalır...
Hala bir şeyleri seviyor, az da olsa zevk alıyor olanlar kalır. 
Tanımadığı gidenleri düşünerek üzülen, saatlerce kafasını ağrıtan ve o ağrıdan zevk duyanlar. Kalır. 
Kalmalıdır. 
Daha'sını merak edenler...

''...Ölmek için hep yeterince erkendir 
ve daima geç...''


14 Ekim 2014 Salı

Günlerin gecesi

...
Hiçbir şey başaramadığın günlerin gecesi sıkıntılıdır. Bilir mi insanlar? Bilmem ben. 
Pek bir şey başardığım olmamıştır önceden. Elle tutulur, gözle görülür hani 'vay be' dedirten cinsten şeyler işte, olmamıştır. Bana göre.
Başkalarına göre ise vardır bir kaç başarım. Bazı büyüklerim çok başarılı olduğumu bile sanarlar. Ben üzülürüm onlara. Belli etmem.
Başarı nedir ki abiler, ablalar? diyemem. Ulan göreceli işte sandığınız her durum, diyemem. Hadi ordan ahali, hiç diyemem. 
Ben birkaç madalyayı, alınan hehü belgelerini, geldiğim noktayı başarı sanamam, sonunda bir gece vakti kendimi deli deli yazmalara veriyorsam. Günde on küsur dizi bölümü izliyorsam. Haftada birkaç günün birkaç anı zar zor gülümsüyorsam. Dağılmış suratımı toplayamıyorsam. Kendi kendimle konuşur,dertleşir, kavga eder olduysam. Gece gündüz olan bitene lanetler okuyorsam. Vaktimi keyiflendiren burçlara, kahve-papatya-iskambil fallarına ve daha nice zımbırtıya inancımı kaybettiysem. Vazgeçtiysem beni az biraz ferahlatan her şeyden. Her yeni güne 'Yine mi?' diye söverek başlıyorsam... Ve işte kimbilir ne zamandır böyleysem, geldiğim noktaya tabiki başarı diyemem. Yapamam bunu, kandıramam kendimi. Herkes gibi.

Ve işte hiçbir şey başaramadığın günlerin, haftaların hatta yılların geceleri tam da böyledir. Bu gece gibi.
Böyle:
Çok yağmurlu bir günde sele, çamura, boka bulanmış semtin dar, ara, karanlık sokakları gibi.

Velhasıl kelam; insan kendini kandırmalıdır, derim ben daha çekilebilir kılmak için şu çekilmez dünyayı. Kendim beceremesem de. Kandırabilmelidir diğerleri. 
Başaramıyorsa da kendini kabul etmelidir insan, olduğu gibi.

Sonrası delilik, güzellik mi? Benim gibi?
.
http://www.youtube.com/watch?v=IgFZcURIrSY

13 Ekim 2014 Pazartesi

Bir gün, bir akşamüstü

...
Bir müzik kanalı açıktı televizyonda. Yemekler yenmiş, bulaşıklar yıkanmıştı. Çay koymuştu gençler ocağa, kaynama sesi geliyordu  hafif hafif. Dışarıdan ise rüzgarın uğultusu... Bir tipi günü olabilirdi. Muhtemelen kar da yağıyordu hızlı hızlı. Ama kapıları kapatıp, küçük bir odasında oturdukları o oda sıcacıktı. Mutfağın sıcaklığından da olabilirdi odanın o denli ısınması. Sıcaktı işte, hem fiziksel anlamda hem de ruhsal anlamda bir sıcaklık hissediliyordu. 
İzledikleri müzik kanalında bir adam çıktı. Yakışıklı ve efendice. Kızın önceden de bildiği ama dinlemediği. Bunu dinle bak, dedi çocuk, kıza. Biraz burun kıvırarak dinledi ve izledi kız. Tarzı değildi. Anladı çocuk ifadelerinden, zaten efendi adamlar sevilmezki dedi. Sustu. Komiklikle karışık sitem dolu bir sohbet başladı sonrasında. Kızların efendi adamları, düzgün insanları sevmedikleri, üstüne üstlük üzdüklerini vurgulayıp durdu genç. 
Kendisi düzgündü muhakkak ve çok da efendi. Üzülüyordu da böyle konuşmalarına bakılırsa. Ama belli etmiyordu, kendine getirmiyordu hiç lafı. O klipteki popçu adam üzerinden tezlerini döküyordu ortaya. Sev onu, diyordu içten içe. Belki de 'sev...' diyordu sadece. Anlamadı kız, anlaşılmadı kendisi de. 
Zaman zaman canlanırken geçmiş kızın gözünde, o akşam üzerini hatırladı işte. Şarkıyı duyuyordu çünkü çalan radyosunda...
Kızıyordu kendine, hep kızmıştı. Ancak anıların bu şekilde canlanması hem daha çok kızdırıyor, hem de acıtıyordu onu. Çünkü fark etmişti bir zaman önce, o popçu adamı artık seviyordu. Tarzı olmadığı halde, şarkılarını dinlemediği halde seviyordu. Görünce bir yerlerde fotoğrafını, radyoda rastgele şarkısı çalınca hissediyordu bu hissi...
Ve bazı kişileri, şarkıları, kitapları, şairleri ve daha ayrıntı pek çok şeyi sevdirdiğini de biliyordu, karşısındakine. Bu önemliydi. Birisi seviyor diye  herhangi bir şeyi sevmek, karşındakinin de sen seviyorsun diye herhangi bir şeyi sevmeye başlaması önemliydi işte. Anlaşılamadı hiç.

Aklına geliyordu böyle böyle sevdiği şarkılar, yazarlar, şairler, yerler, insanlar.
Aklına geliyordu gerçekten insan gibi insan olan insanları ne denli üzdüğü.
Aklına geliyordu aklına kimsenin düşmediği bir zamanda.
Aklına geliyordu.

Radyoda tekrar tekrar o şarkı çalıyordu. Tekrar. Tekrar.
O akşamüstü gözünün önünden de gitmiyordu. Cümleler yankılanıyordu kulağında.
Hüzün çöktü gri gününe. 
Güzel şarkılar kalmıştı ona o'nun sesinden üstelik, ne güzel kokular, çok güzel filmler bir de. 
Hatırladıkça yüzünü gülümseten anılar için teşekkür borçlu olduğunu hissediyordu bir insana. Yıllar, yıllaaar sonra. İçilen çayların ve efendiliğinin hatırına...
.

11 Ekim 2014 Cumartesi

Gelen: Vakit.

...
Bir şeyleri yazmanın vakti geliyor zaman zaman. Vakti geçiyor. 
Genelde vakti geçiriyoruz. Hepimiz.
Vakti geldiğinde vuku bulan sersemlik hali, geçerken yok olmuş oluyor. Geçip gittiğinde izi bile kalmıyor.
Sadece bir tuhaf hisse kapılıyoruz. Biliyorum, hepimiz.
O his, zamanında bir şeyler yapmamanın, konuşmamanın, bağırmamanın verdiği o garip his gibi. Gibi mi? Tarifsiz işte, tarifi yok.
İşte o lanet his, insanı yazmaya yönlendiriyor. Bir şey yapmadın, yaz, diyor.
Dinliyor kimi; kimi ona da yapamam diyor. Aldırmıyor o vakte. Yazmanın vaktine.

Ben mesela, biliyorum o vakitleri. Yazmam gereken zamanları. Hep bildim. Çünkü öyle kurtuldum bünyemi saran lanet hislerden. Kelimelerim kurtardı, cümlelerim. Devrik, bozuk, eğreti, anlamsız, karamsar, öylesine, plansız cümlelerim.
Kaldılar hep yarına, sonraya. Hep ben okudum sonraki lanet zamanlarımda. Belki bir kaç kişi daha. Biliyorum.

İşte bir gelmiş vakit daha. Nedeni bu sefer bulantı, çoğu zaman olduğu gibi.
Midem bulanıyor, daha çok da dünya. Midemi bulandırıyorlar.
Bunca düşmanlık, nefret, akan kanlar, dinler, ırklar, kızgınlıklar, çok bilmişlikler, kendini bir bok sananlar, siyasetçiler, tüm silahlar, savaş meraklısı kafalar... ve daha yazmaya tiksindiğim yüzlercesi. Midemi bulandırıyor insanlar. Çoğu. Belki de hepsi. Sadece bir kaçı değil sanki.
Geçmişe, şimdiye, geleceğe kızıyorum. Bir şey umamıyorum hiçbir şeyden, kimseden, kendimden en çok da.
Sorguluyorum saatlerce kendimi, eylemlerimi, düşüncelerimi. Aklıma yatıramıyorum hiçbirini. Öyle olsaydı öyle olmazdı, ya da öyle olmasaydı yine öyle mi olurdu? diye soruyorum. İnanmıyorum kadere. Kendim ettim kendim buldum işte, diyorum.
İnsan yapıp ettikleridir, demiştir birisi muhakkak diye düşünüyorum. Lafı kopyala yapıştır yapmaya ya da tekrar yazıp aramaya üşeniyorum. Çok üşeniyorum.

Korkuyorum bir de. Bünyemin zayıflığından mütevellit. Hep korktuğumu hatırlıyorum. Karanlıktan, öcülerden, böceklerden, uçan haşerelerden, yüksek sesten, ani tepkilerden, çok sakallı erkeklerden, yeni ortamlara girmekten, yeni insanlarla tanışmaktan, uzaklara gitmekten, hep uzaklarda kalmaktan, yalnızlıktan, sevdiklerimi kaybetmekten ve daha nicelerinden. Korkuyorum. Korktum hep.
Ve evet, korktuğum anlarda da alarmım çalıyor. Yazma vakti. O'nu da yazarak geçiriyorum.

Yalnızlığımı bir de. Bazı anlarda öyle yalnız hissediyorum ki. Çok yalnız. Düşünüyorum yalnız kalanları, kalacakları, daha çok yalnız kalacağım vakitleri düşünüyorum. Ve biteceği anları.
Birden aklıma gelmelerini, seni düşünmelerimi bazı bazı.
...
http://www.youtube.com/watch?v=DrL_Gdh5scQ

30 Eylül 2014 Salı

Konu;

...
Havalar serinliğe doğru yol aldığında aklıma serin bir şehir düşüyor. Ayaz mı ayaz geceleri. Donduran sabahları. Aklıma geliyor.
En çok da geceyarıları. Üşüten ama devamındaki sohbetleri ile ısıtan geceyarıları.
Zaman zaman özlüyorum o serinliği, soğuğu, ayazı ve gecelerini ve o sıcacık sohbetleri...
Ama konu bu değil.

Kulağıma bir şarkı takılıyor sonra. Bir yerlerden tanıdık geliyor. Zorluyorum beynimi. Birileri dinletmiş olmalı diyorum. Birileri sevmiş olmalı bu şarkıyı. Ve ben o şarkıyı seveni sevmiş olmalıyım diyorum. Sevdiklerimin sevdiklerini sevmeyi seviyorum sanırım, diye düşünüyorum. Severken kendim olmaya zorlarken, sevdiğim insan da oluyorum, ona dönüşüyorum korkarak. Belki de, diyorum. Saçmalıyorum. Ve evet, konu bu da değil.

Bir habere rastlıyorum vakit öldürmeye çalışırken. Yine aklıma takılıyor. Adalet yok ki, diyorum. Uğraşmamalı daha fazla. Olmayan şeyler için kafa yormak bazı günler çok fazla canımı sıkıyor, düşünmemeliyim diyorum. Düşünme. Konuya gelemiyorum.

İnsanları aslında hiç sevmediğime kanaat getiriyorum biraz durup. Neden seveyim ki diyorum. İğrençler. İğrençleşiyorlar da gitgide. Küfür gibi suratları sevmek için bir sebep bulamıyorum. Konuyu dağıttıkça dağıtıyorum.

Ama çocuklar... Onları da sevmemek için bir neden olamaz diye düşünüyorum. Çocuklar bu dünyaya göre değil, diye yineliyorum dışımdan. Duvarlarla zaman zaman söyleşiyorum. Konu...

Geçen zamana aklım takılıyor kimi zaman, geçmeyen, geçemeyen zamana bir de. Ve geçebilecek mi zamanlar diye düşünüyorum. Geçiriyorum. Meraka dalıyorum sonrasıyla ilgili. Hemen geçsin istiyorum. Sonra korkup hiç geçmesin, kalsın buralarda, kalsın istiyorum. Konuya sövmeye başlıyorum içten içe.

Kemal Sunal izliyor annem, sesini duyuyorum. Ne kadar nefret etsem de evrenden güzel şeyler de gelip geçti, geçiyor diyorum. Avunuyorum minik gülüşlerle.
Ve ne de güzel insanlar tanıdım diyorum. Çok güzel. Tanıdığım, sevdiğim, tanıdıkça sevdiğim o insanları sıralıyorum. Gözlerini, seslerini, kokularını hatırlıyorum teker teker. Aslında unutmuyorum ki, kandırıyorum sadece kendimi kimi sıkkın zamanlarımda diye mırıldanıyorum . Ekliyorum sonra da, konuya gel!

Bir konu yokki esasen, diyorum. Yok. Uğurlamak istemiştim Eylül'ü. 
Ne kadar farkı olmasa da son bir sene ayları içinde, sıksa da, boğsa da, sabah akşam sövdürse de bana, alıp götürse de kalan biçare aklımı, bana son kalanları... Hoşçakal'ı hak ediyor diyorum. Etsin. Hep ettikleri gibi.
...
http://www.youtube.com/watch?v=cQ8OXfutxG4

23 Eylül 2014 Salı

Ya da

...
İlk olarak jokey olmak istemişti küçük kız. Atları severdi.
Sonrasında uçmayı da sevdiğini düşündü; yüksekleri, uzakları, gitmeleri sevdiğini. Hostes olmak istedi. Belki de tanıdık Hostes Çiğdem Hanım etkilemişti bu konuda kızı, fark etmeden model olmuştu. 
Son çocukluk döneminde evreni kendince sorgulamaya başlayan kız, araştırdı, okudu, sordu, soruşturdu. Evrenin yaşını öğrendi. Çok şaşırdı. Daha ne kadar yaşayacağını sordu, cevaplardan tatmin olmadı. Araştırmaya devam etti. Yuri Gagarin ile tanıştı sonra. Hayran kaldı yaptığına. Onun gibi olmak istedi. Kozmonot ya da astronot.
Yüksekleşiyordu hayalleri, uçlaşıyordu.
Lise yıllarında arkeolog olabilirim, düşüncesi sardı kafasını. İzlediği filmler, diziler; okuduğu kitaplar yönlendirmişti onu o düşünceye. Belki de sevdiği bir kaç öğretmeni. Kimsenin bilmediği şeyleri bilmek, görmek, öğretmek arzusundandı bu hayalleri esasen. Sonralarda fark etti.
Öğretmek arzusuydu bu, evet.

Ya da' larını hatırladı sonra. Ne olacaksın büyüyünce?, diye sorduklarında;
Jokey ya da öğretmen,
Hostes ya da öğretmen,
Astronot ya da öğretmen,
Arkeolog ya da öğretmen, diye cevapladığını.
... 
Ya da 'sı öğretmenlik olmuştu hep. Küçük bir kızken de, kendini bildikten sonra da öyle olmaya devam etmişti. 
Bir yanı uçarı hayalleri ile dolu iken, diğer yanı tam bir standart, garantici insan kafası mıydı?

Ya da'sı aslında hayallerinin bile özüydü. Fark ediyordu artık bunu çok net.
Üzüldü o kıza istemsizce, üzülüyordu. 
Hayalleri ilk planda olmuştu çünkü hep. Ama uğraşlarının nihayetinde ya da'sı olacaktı. 
Ya da'sı da hayali değil miydi esasen? 

Öyle hayal olur mu, derdi duyanlar azbuçuk dalga geçerek. Aldırmazdı. 
En gerçekçi hayaliydi bu. Besbelli. 
Ahir ömründe, en azından, hayal ettiği bir şeyi gerçekleştirecekti.
Gerçekleştirmeliydi.
Gerçekleştirdi.

Şimdi biraz öğretmendi ya da hiçbir şey.

Ya da;
...

13 Eylül 2014 Cumartesi

Sanrı ?

...
Sil baştan başlamaların aslında çok da öyle olmadığını kavradı kız aniden. Sanrıydı sadece tüm olan biten.
Sil baştan başlamışcasına hissettiren.
Yoktu öyle bir şey.
Belki bir şeyler bitmişti, evet ama, baştan başlamamıştı hiçbir şey. Başlayamamıştı.
Başlayamıyordu. En fenası da aslında buydu:

Başlayamamak.

Birileri muhakkak başlamıştır diye düşündü. Başlayanları da görüyordu ara sıra. Yanı başında başlıyordu kimileri mesela.
Doğmaya, çalışmaya, aşık olmaya, unutmaya başlıyorlardı.
O ise kalmıştı her şeyin bittiğin yerde.
Sil baştanmışcasına bir duyguya takılıp sürüklenmişti sadece bir müddet. Ama işte, yoktu hiçbir şey. Elini, avucunu yokladı. Kalbini bir de.
Başlangıç noktası yoktu işte. Varsa bile bir tane, bilmiyordu artık.
Bitişleri, her şeyi kafasında bitirdiği bir zaman dilimi geliyordu hatırına sadece. Derinlere gömülmelerin yaşandığı o kazı günleri.
Ve sil baştan kararı aldığını sandığı aynı akşamüstü.
Sanrıydı hepsi.
Olmamasını istedi. Diledi.
Yine kimse dinlemedi.

Gecelik şarkısının sesini açtı.
Acıttı.

http://www.youtube.com/watch?v=mteqQVDHZBY


8 Eylül 2014 Pazartesi

Anlam

...
Ben anlamam kedi sevmeyen insanları. Bir de bilmemne burcu diye maviye tahammülü olmayanları.
Aslında daha nicelerini de anlamam.
Şiir sevmeyenleri mesela. Kitap okuyanlarla dalga geçenleri.
Kendine özel yaşamayı beceremeyenleri.
Gösteriş budalalarını.
Gizlenme çabası içinde olanları da anlamam ben. 
Kendi halinde yaşama çabası içine giren insancıkların hayatlarına çomak sokanları da anlamam.
Sürekli bağıranları.
Hep susanları.
Kaskatı kesilip kalmışları.
Minicik tebessüm kırıntısı bile kalmamış suratları.
Sürekli coşkulu yaşayan zibidileri.
Hiçbir şeyi takmayanları, benden sonrası tufancıları.
Naiflik nedir bilmeyen ayıoğluayıları.
Homofobikleri.
Feministleri.
Aklı hep bi yerinde takılı kalmışları.
Uçan kuşa sövenleri.
Düşen çocuğuna bir tokat atıp bağıran anaları.
Her şeye rağmen  her düşüşünce 'annee..' diye ağlayan veletleri.
Fazla özlem çekenleri.
Hasretinden ölenleri.
Aşk sarhoşu olmuşları.
Motoru bir türlü soğumayanları.
Her ota burnunu sokanları.
Beş para etmez siyasetçileri. 
1 senelik mezundan elli yıllık deneyim isteyen işverenleri.
Adam kayırıcıları.
Göründüğü gibi olmayanları.
Olduğu gibi görünmeye kanırtan faydasızları...
Ve daha niceleri dedim ya işte, anlamam. Anlamak istemem belki de.

Anlamayınca da sevemem nihayetinde. Sevmem.
Biriktiririm sevmediklerimi. Sevemeyeceklerimi.

Birikirler, birikirler. Dağ olurlar sonra hepsi.
Korkarım sevmediklerimden, daha da sevemeyeceklerimden korkarım.
Kalabalıklaşırlar çünkü. Çok kalabalık olurlar.
Sevgisizliğim sevgilerimi de alır götürür. Götürmese de bir yere sindirir.
Sevemem artık eskisi gibi şeyleri, kimseyi, her şeyi.
Geçmişimdeki, özünde insan iyidirciliği oynayan ben'i. Bile.
Sevmiyorum gibi. 

Bilmiyorum. 
Ve,
ANLAMIYORUM geçip gideni.
.

31 Ağustos 2014 Pazar

Çal

Bir elveda yazısı Ağustos'a...
Yazmak istiyorum. Dolu dolu. 
Sonra vazgeçiyorum aniden. Biliyorum çünkü kalıyor yazı.
Kalmasın istiyorum bu sefer. Kalmaya değer görmüyorum geçen ayı, ayları, yılları.
Ağustos'u... 
Kalmasın.
Hem ne kalacak ki diyorum?
Sıkıntılar mı? Bulanık mı? Bulantılar mı? Belirsizlikler mi? Git gide artan umursamazlıklar mı? Ne kalacak ki?
Bulamayınca kalmaya değer şeyler, yazma diyorum. Yazma gitsin.
Lakin söz dinlemiyorum. En çok da kendi sözlerimi.
Yazıyorum.
Hiçbir şey kalmasa bile; deliliğim kalsın, inatçılığım, dengesizliğim kalsın diye.

Ve evet uğurluyorum kendimce Ağustos'u, 
Beklerim, diyorum yaklaşık 12 ay. Beklemeye değer gördüklerim uğruna. 
Sayarım günleri, haftaları, ayları. 
Sonra çıkar gelirsin, biliyorum, diyorum. Geleceksin yine minik minik umutlar serpeceksin yüreğime.
Salak salak konuştuğumu yüzüme çarpıp sarılıyor Ağustos. Sıkı sıkı. Ve sıcak.
Esiyor ardından son ılık okşayışları ile savuruyor saçlarımı. Bunlar son okşayışları onun, biliyorum.
Hüzün kokutuyor biraz ortalığı. Aldırmıyorum.
İzliyorum son hallerini, renklerini, güneşini, bulutunu, esişini, nefesini...

Biraz daha kalacaksın, diyorum. Gece son öpücüğü kondurup gideceksin. Telaşlanma.
Sonra yine geleceksin. 
Çalacaksın kapımızı.

Ağustos son şarkısını mırıldanıyor o sırada, usulca.

''Çal kapımı. 
İster huzurlu, ister huzursuz.''
.
http://www.youtube.com/watch?v=XxNyt3pChE8


26 Ağustos 2014 Salı

Şarkılar

...
Dönüyor dünya. Ve dönümü geliyor günlerin.
Sıcacık, yapış yapış, çok yorgun zamanların dönümü.
Hüzünden kaçarken, hafif yaşam ümidi dolduran vakitlerin dönümü.
Zeytin ağaçları altındaki sohbetlerin, uzun yolculukların, güzel seslerin- gözlerin, naifliğin ve tüm bunlarla beraber belirsizliğin, hep belirsiz kalacakların dönümü.
Şarkıların dönümü, dönüşü...

Geliyor işte vakti geldiğinde tarihler, ve tarihleri doldurduğumuz anılar geliyor. Gözümüzün önüne. Gözümün dibine.
Sonbahar arefesi, yazın son demleri geliyor. Ilık ılık esen lodos.
Bir Müzeyyen Senar şarkısı takılıyor dile. Önce hatırası dönüyor ama.
Dönüp duruyor peşi sıra da. Yüksek sesle. İçte daha bir yoğunlukla.
Bir de rüzgar sesi işitiliyor, okşuyor tıpkı o gündeki gibi. Usulca.

Kız ise huysuz hala sonradan böyle olmanın verdiği tuhaf rahatsızlıkla. Ve tatlı da. 
Öyle sanmakta ya da.
Deniz hala tuzlu.
Hava hala turuncu.
Kalbi?
Hala...

Neyse işte, derken ekliyor hoyratça;

Mütemadiyen saçmalamaların vakti tam da.
-Şarkılarda sen varsın da.-

                                                                                                                               Bu Ağustos'ta da.


                                                                                                                                       Da, da, da.