20 Ekim 2014 Pazartesi

İlklerden bir hikaye

...
Hikaye anlatıyorum. Kimisini uydurup uydurup yazıyorum, kimi gerçeğin ta kendisi oluyor. Bilmiyorlar anlattıklarımın hangisi uydurulmuş hangisi gerçekten olup da bitmiş.
Bildirmiyorum tam anlamıyla. Aslında kimse bildirmiyor, sanıyorum. Ben emin olamadıkça duyduğum hikayelerden, kendi hikayemin kısımlarını değiştiriyor zevkime göre şekillendiriyorum. Kimini de ellemiyorum. Olduğu gibi, acıttığı gibi kalsın istiyorum mazoşist ruh halimi tatmin etsin diye.

Mesela bir ilk hikayesi anlatıyorum:

İlkokulun başları...
Sarı bir oğlanla tanışıyor kız. Gözleri yeşil. Karadenizliyim diye geziniyor ortalıkta, ufak kız pek anlamıyor. Sarıca bir çocuk işte, diyor kendince, ne sevimli. Hem diğerleri gibi yaramaz da değil. Kendine benzetiyor. Hatta kendinden daha hükmedilebilir buluyor onu. Söz dinliyor çünkü ufak oğlan. Teneffüslerde bile kız istemiyorsa çıkmıyor, yapmadığı ödevini yapıyor kızla birlikte. Çünkü kız, öğretmen ona kızsın bağırsın istemiyor. Ona bağırdıklarında kızın gözleri doluyor, sanki kendineymiş gibi hakaretler nefret duyuyor o söylenene.
Seneler geçiyor. Bir, iki,üç... Çocuk ile kız her sene sıra arkadaşı oluyor. Yol arkadaşı bir de. Evleri birbirine yakın olduğundan birlikte gelip, gidiyorlar. 10 dk'lık yürüme mesafesi, el ele okula gidip öyle dönüyorlar evlerine. Senelerce.
Sonra, 5 senenin sonunda sınıflardan beşer, onar öğrenci alıp yeni bir sınıf oluşturulacağını söylüyor öğretmenler. Üzülüyor çocuklar haliyle, ama kız daha çok üzülüyor. Ya da öyle sanıyor. Derken sene sonu yaklaşıyor, sınıfla bir parti planlanıyor ve dans için eşleşmeler oluyor sınıf içinde. Kızla oğlan hemen eşleşiyor birbiriyle. Sözleşiyorlar. Onca sıra arkadaşlığı, yol arkadaşlığı sonunda hatta evcilik oyunlarındaki anne-baba rollerinden sonra dans için bu şekilde çift olmaları sevindiriyor çocuk akıllarını. Heyecanlandırıyor çokça.
Sonlara doğru akarken zaman, bir gün kızın babası görüyor iki çocuğu el ele. Yanlarına varıp sohbet ediyor, ardından kızı alıp yola devam ediyor. Gönderiyor çocuğu. 
Anlatıyor sakince. Artık büyümeye başladıklarını, yolda el ele yürümenin yanlış anlaşılacağını. Blablabla. Aldırmıyor kız. Anlamıyor en çok da. Ama sonra bir daha utanıyor çocuğun elini tutmaya. Bir daha tutmuyor...
Ve, son gün kalmışken partiye, midesi bulanıyor kızın. Dünyası bulanıyor. Acile götürüyor annesi, babası. Besin zehirlenmesi diyor doktor. Yatması gerek 3 gün.
Mide bulantısından ağlayıp duran kız, bu haberi duyunca daha da ağlıyor. Çok ağlıyor. Hali olsa kalkıp gitmek istiyor o kadar hazırlandığı partiye. Gidecek kuvveti bulamıyor.
Bir yandan da teselli ediyor kendini, kimse benim eşleştiğim arkadaşımla dans edemezki, herkes eşleşmişti zaten, diye. Sonra onun haline de üzülüyor. Sıkılmasın istiyor.
Günler geçiyor. Arkadaşları, o çocuğun partide başka bir kızla eşleştiğini söylüyorlar. Aldırmıyor gibi davranıyor. Ama kıskançlıktan kuduruyor kız çocuğu. Karne gününden önce, arkadaşlarıyla toplanınca öğreniyor her şeyi ayrıntısıyla. Sarı çocuk parti günü eşi gelmeyen başka bir kızla eşleşmiş ve çok da güzel vakit geçirmiş. Miş.
Senenin son günü okula gittiklerinde arkadaşı hemen geliyor, anlatıyor geçen zamanı. Kız sinirli, olan bitene çokça kızmış durumda dinliyor oğlanı. Saçma sapan bir nedenden ötürü çocuğun kolunu sıkıp morartıyor bir an, hemencecik yapıyor bunu, anlamıyor. Canını acıtıyor oğlanın ve bundan müthiş bir zevk duyuyor. 
Ve bir daha konuşmuyor o'nla. Evet konuşmuyor, anlatmıyor eskisi gibi, dinlemiyor.
O sene bitiyor, sonraki sene sınıfları ayrılıyor.
Ara sıra hal hatır sormalar harici bir daha görüşmüyor, görmek istemiyor. Ne aynı sırada oturuyor, ne de evlerine ödev yapmak için gidiyor artık; ne teneffüslerde yanına uğramak istiyor ne de gözlerine bakmak. 
İlkokulun son senesi oluyor neredeyse, sekiz senenin sonlarına doğru kız biraz sert bir hastalık dönemi geçiriyor. Bir kaç hafta yatmak zorunda kaldığı. O süre içerisinde arkadaşları teker teker evine geliyor. Bahçelerinden kopardıkları güllerle, kır çiçekleriyle ve papatyalarla... Çocuk, bir tutam papatyayı saplarına beyaz çizgili defter yaprağı sarıp getiriyor kıza, usulca uzatıyor. Koyuyor yatağının yanına, geçmiş olsun, deyip çıkıyor odadan.
Kız o çiçekler içinden en çok papatyayı sevdiğini söylüyor annesine. Bir bardağın içine tüm çiçekleri koyuyor, papatyaları ortaya, güller ve kır çiçekleri onların çevresine...

İlkokul yıllarına ait bu 'ilk' hikaye, bir ilk aşk hikayesi mi yoksa çok derin bir arkadaşlık hikayesi mi karar veremiyorum yıllar sonra bile. Ama bir ilk olduğunu biliyorum sadece. Güzel bir ilk. 
İlk aşk, dendiğinde de aklımda bu hikaye canlanıyor nedense. Her seferinde.

Tüm canlandırmaların ardından biraz acı kurgulanmış bir gerçekliğin papatya kokusunu anımsıyorum.
Ve, evet. Çiçeklerden de en çok onu seviyorum.
***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder